28.07.2015

tanrıvar


Gözümü kapatıyorum ve sen hariç önüme gelen herkesi istisnasız göz kapaklarımdan vuruyorum. Sanırım seni vuramadığım için önüme gelen diğer tüm orospu çocuklarını vuruyorum. Esasen seni vurmak da istemiyorum. Oysa ki tek suçları şu an itibariyle görüş açımda ya da hayal gücü kapsamımda olmaları... Esasen belki orospu çocuğu bile değiller; veya belki de öyleler. 

Cin, düşünmemek için mükemmel bir alkol türü. Beyninin durması için gerekli tek komut, seni cin şişesine iten komut baktığın zaman. Sonrası stabil bir düşünmeme ve hatta düşünememe hali. Rakı öyle değil mesela, içerken isyan etmezsen olmaz. Viski içerken sakin ama düşünceli. Bira içerken biraz "whatevs" şeklinde siklemez ve de bir gözünün içi parlaması kadar da neşeli. 

Yeri gelmişken, alakasız olsa da, rakıya fazla bir parantez açmak isterim. Rakı içip de isyan etmeyen adamın zaten ben ta amına koyayım. Rakı dediğin, mutlu mesut içilen bir içki değil zaten. İlk kim "çok keyiflendim ya bir duble keyif rakısı içeyim" dediyse onu bulup ibreti alem için 70'lik Kulüp Rakı şişesini boğazına sokmak lazım. Böylelikle tüm rakıları dünyanın, hakları olduğu üzere içerken biraz genzi, biraz ruhu, bir çorba kaşığı da kalbi sızlayan insanların içine saçılırdı. Doğru olan buydu. Esasen doğru olan dediğin herhangi bir dış etmenden korunmuş, adete steril bir laboratuvar ortamında içinden ne geliyorsa oydu. Ama deneyleri hep açık havada yapa yapa bu hale geldik. 

Neyse siktiret; seni vuramıyorum çünkü öncelikle seni vurmak istemiyorum ve sonralıkla da seni vuracağıma aynaya bakıp gözlerimi kapatıp ve kendimi tam kendi korneamdan vurmayı tercih edeceğim gerçeği aynayla aramda adeta Tanrı'nın gerçekten var olup olmadığının bir muamma olduğu gerçeği* kadar sabit duruyor. 

Ama sen vur beni... Ne diyor Yusuf Hayaloğlu, Ahmet Kaya'nın ses telleri arasına yazdıklarında? 

"Beni vur, beni onlara verme..."

Onlar kim onu tam bilemiyorum, önemli de değil. Onların var olup olmaması bile önemli değil. 

Sen beni vur...

Sadece Yusuf Hayaloğlu yazdı ve Ahmet Kaya da hiç acımadan bunu söyledi diye bile vur sen beni...

Onları da siktiret ya, sadece şu an içinden gelmediği için vur beni...

İstersen yarın sev, sonraki gün yine vur... 

Bir sonraki gün her şey muhteşem kelimesinin ağzına sıçacak kadar hayal üstü güzelken dur; bir sonraki nefeste, tam nefes boğazımdayken, teninin kokusundan vur beni...

İstersen vur, vurmazsan da it beni;
Yeter ki dokun bana...   



* Bence Tanrı var.

3.07.2015

Karaköy - Kadıköy Vapuru



Bal rengi göz mü olur ulan Allahsız. Değme kahvaltıda öyle bakışlar yok Allah belamı versin ki!

Bazen seni düşünmekten delirecek gibi oluyorum. O zaman gözlerini düşünüp rahatlıyorum. Bal gibi gözlerin var. Belki de yeşildir lan, ne fark eder? Sen gözlerini takribi üç (yazıyla 3) derece kuzey ve 7 derece batıya, yani bir anlamda (aritmetik geometri hesaplamaları buraya gelecek) derece kuzeybatıya çevir yeter. Ben günde en az 13 sefer oradan geliyorum çünkü. Bazen yürüyüp geliyorum. Bazen bakarak geliyorum. Bazen kapı kapalı oluyor. O zaman da gelmeyi düşünüp gelemeyerek geliyorum. 

Keşke şu an Cuma gecesi olsaydı lan. Viskinin dibine vurup, bütün evini duvarların, sana yazardım. 

Sana ancak sarhoşken dokunmaya cesa_ _ret edebiliyorum ben. Ancak da sarhoşken sana yazmaya cesaret ediyorum belli ki! Uzunca bir zaman önce "oysa yazın, iki insanın birbirine dokunmadan sevişebilmesiydi..." demiştim.

Burada geçen "yazın" edebiyat anlamında ha... Edebiyat dediğin zaten bir takım kelimeler ve yazılamayan sessizlikler. Kolumu sana dolamaya can verip de sana iki nefes mesafesinden dokunamamak...

Yazdıklarından çok beyninden ışık hızıyla geçirdiklerin edebiyat...

Konuya dönersek, sana çekinmeden do_ kun_ mak_ istiyorum ben. Uzanıp mesela bazen, yani nasıl desem, çok da romantik olmak istemiyorum ama, ellerini kavrayıp öylece oturmak istiyorum gecenin bir yarısı ve bunu yaparken zihnen her bir nano-saniyeyi aklıma kazıyacak kadar da bilinçli olayım...

Uzunca zaman sonra tekrar yazıyorum. Seninle yapamayacağımız planlar kuralım beraber. Ben onları düşünerek tarihe not düşerim. 

Kalbim atıyor...
Kalbim bazen öyle bir atıyor. 

Ama biliyorsun aslında; biliyorum. Yolda biri yanlışlıkla sana çarpsa "önüne bak lan pardon mardon anlamam sikerim seni yanlışlık kere!" bakışları atmamdan anlamışsındır. Ondan anlamadıysan her fırsatta az ya da çok sana temas etmemden anlamışsındır. Ondan da anlamadıysan yanında otururken arada dudaklarına kayan gözlerimden anlamışsındır. 

ONDAN DA ANLAMADIYSAN
ALLAH DA BENİM
BELAMI VERSİN...

Yazmak uyuşturucu gibi. Susmak da... Zaten çift yumurta ikizleri bunlar. Yazdıkça sakinleşiyorum ve uzanıp seni öpmek istiyorum. 

Bu kadar komplike olmamalı amına koyayım (esasen "koyyim"; ama imla kurallarına saygımız sonsuz).

Çünkü biliyorum, uzanıp sana dokunmak esasen çok basit ve rahatlatıcı bir şey... Hani bazen yan yana bir koltukta oturuyoruz. Yemin ederim kafamı kucağına düşürsem sanki siktiğimin dünyası yıkılır diye korkuyorum... Oysa ne olacak ki? 

Bazen Taksim'den her saniyesini beynime kazıdığım bir sarı dolmuşa biniyoruz. Onun da daha bazeni kafan omzuma düşüyor. Gözümü kapatıp şoförü vuruyorum. Sonra dolmuş duruyor. Sen öylece kal orada. 

Sarı dolmuş sever oldum lan ben... Foo Fighters şarkılarına döndüm. Sağım solum belli değil.

Ayılınca bunları bir kağıda da yazayım. Bir gün burayı silmek zorunda kalmayacağımı kim garanti edebilir ki?

Karaköy - Kadıköy vapurunun alt arka balkonunda, ne olurdu bir kez öpsen beni...

Kadıköy - Karaköy de olur...

Temmuz 1, 15

Now Playing: The Do - The Wicked and The Blind

"I will give you all I ever owned,
all my belongings and
treasures found.

Sand and water is all I can offer
for the moment but
I shall change,
change for good.

Time will tell
what I'm worth.

Kiss the change
to please you.

Lie and hate
to show you.

Kill and die
to fit you.

Anything
to reach you..."