24.11.2015

10



Soğuk bir kışın erkenden omuzlarımıza düşmüş bir gecesinde, evet saat daha 17:00 olmasına rağmen gecesinde, yan yana yürüyorduk. Daha 16 yaşındaydık, belki 17... Dünyanın en temiz kokan kömür kokusu duruyordu birbirine 1 cm'den iki kalp atışı daha yakın duran burunlarımız arasında. Çünkü 16 yaşında ve Aşık'san kömür bile güzel kokuyordu. Gece, kömür yakan evlerin bacalarından isle karışırken birbirine dokunmadan ama usulca sokularak yürüyorsan eğer, havadaki pembe kirli değil de şairane geliyordu. 

Çünkü 16 yaşında ve Aşık'san, tıpkı 17 yaşında ve Aşık'san olduğu gibi, aldığın nefesteki karbondioksit oranına çok da takılmıyordun. Yazı yazarken satırı iki yana yaslamayacak kadar umarsızdın. Satır aralarının aynı uzaklıkta olması değil, köşedeki sarı apartmanın etrafında ne kadar uzun dolaşacağındı kafana takılan... Yıldız görmekti o isli havada istediğin... Çünkü 16 yaşında ve Aşık'san, yıldızları izlemek büyüleyiciydi... Ve tarihi çok sevmeme rağmen, Malazgirt Zaferi sadece Malazgirt Zaferi değildi. 

Sarı bir apartmanın ön tarafından uzak durup arka tarafındaki ara sokaklarda etrafı kollayarak gezinmekti 16 - 17 yaşında Aşık olmak... O apartmanın arkasındaki boş araziye gelince etrafta Toyota Corolla aramaktı, olmadığını görünce içten içe sevinmekti. Ara sokaklarda montun altından el ele tutuşunca kalbinin deli gibi atması kadar saf olmaktı. Evin kapısına kadar birlikte yürümek, içeri girinceye kadar arkadan seyretmekti. Birkaç kere arkanı dönünce bıyıklı bir adamla karşı karşıya kalıp dilin tutulmak ve iyi akşamlar yerine heyecanlanıp iyi günler demekti. İlk şiirini yazmaktı. Kıskanmanın ne demek olduğunu gözlerinden ateşler saçarak öğrenmekti. Felsefeye merak salmaya başlamaktı. Fotoğrafları saklamaktı biraz... Yer yer kendini dünyanın en kederli insanı sanmaktı. Hediye almak değil de ellerinle hediye yapmaktı. Biraz da babanın 3 kuruş parası ya var ya yokken eve 300 TL (Yazıyla: üç yüz Türk Lirası) telefon faturası getirince babandan bir araba azar yedikten sonra babana rakı sofrası kurdurup "çok seviyorum" diye ağlamaktı. Ağlarken aynaya baktığında kahverengi gözlerinde kendine değil başkasına bakmaktı. 

Çünkü gece inen is ve içine çektiğin kömür kokusu o pembemsi karanlıkta tertemizdi. 

Soğuk bir kışın erkenden omuzlarımıza düşmüş bir gecesinde, evet saat daha 17:00 olmasına rağmen gecesinde, yan yana yürüyorduk. Daha 16 yaşındaydık, belki 17... Küçüktük. Bir yandan fedakar, bir yandan bencil, bir yandan sakin, bir yandan maceracı, bir yandan aptal, bir yandan da... Bir yandan da işte... 

En çok da inattık. Çünkü 16 veya 17 yaşında Aşık'ken 18 yaşında kalbin karşılıklı kırıksa inat olmak zorundalığın bir yana tabiatımız da kendinden inattı. Başkalarını bilmem ama 16 yaşında Aşık'ken 17 yaşında kalbi kırılan bir ben, 18 yaşımda öfkeliydim de... O inatla 10 yıl yürüdük. 

17 yaşını hem Aşık hem de kalbi kırık geçirdiği için 18 yaşını oldukça öfkeli geçiriyorsan eğer; ve bolca da inatsan 10 yıl yürüyorsun, farkında bile olmadan... Okul koridorlarında başkalarıyla yürürken gözünün ucuyla takip ettiğini kendine itiraf edemeyecek kadar inatla... Doğduğun şehrin sokaklarına her geldiğinde, yıllar sonra dahi, her sokakta istemsizce gözlerinle etrafı tararken esas neyi aradığını bilecek ama asla söylemeyecek kadar inatla... Sosyal medya hesaplarını ara ara kontrol ederken nasıl olduğunu it gibi merak ettiğin için baktığını, iyi olması için baktığını dile getirmeyecek kadar inatla. Minik kardeşini bir fotoğraftan görüp, ne kadar büyüdüğüne bakınca kendi kardeşine bakar gibi baktığını yutacağın kadar bir inatla. 

Neden inat ettiğini dahi kendine sormayacak bir 18 yaş inadıyla...

Aşkın yerini 10 yıl önce her şeyi parçalayarak alan öfkenin 10 yıl içinde yavaşça geçip yerini onca yaşanmışlık, onca ilk heyecan, onca gülümseme, onca naif jestlerin getirdiği dostça bir histen doğan sevgiden neden olduğunu kendinle tartışmadan kaçarken, rafların arasından eline gelen bir kitabı göğsüne bastırırsın... Ve 10 yıl sonra hala kırmaz sevgisi göğsüne bastırırken. Kafanı kaldırıp yıldızlara bakarsın... Büyüleyiciliğinden ziyade çocukluğunu görürsün, çok derin bir sevgiyle izlersin. İşte o an için bir parça sızlar. Çünkü 18 yaşında öfkeliysen eğer, bir de inatsan üzerine, 10 yıl sonra içini sızlatacak şekilde o öfkeden geriye sadece bir kitap kaldığını gördüğünde göğsünde oluşan ağırlık kırıyor, insan kendi kendini kırıyor. Ama sanırım 10 yıl sonra şimdi, 10 yıl önceye böyle bakabilmek için 18 yaşında biraz aptal olmak gerekiyor.  

Şimdi uzaktan her yıldıza baktığında gülümseyebilmek için 16 yaşında Aşık, 17 yaşında kalbi birkaç parçadan oluşan bir Aşık, 18 yaşında kızgın ve sonrasında inat olmak gerekiyor.

Sanırım tam da o zaman, hoparlörden Lou Doillon - ICU çalarken insanın ruhunu okşayarak, sırf sözleri için tekrar tekrar çalarken hem de, normalde hiç bakmadığın bir yere bakmak istiyorsun. 

Funny to see you after all these years,
I miss you the same;
So I drag myself to the corner cafe.
And for a second, I see you there.
Like in good old days...
And I wonder what you are doing
What are you up these days?
I sometimes wish you could call me
But then I wouldn't know what to say.

And I see you,
in every cab that goes by, in the strangers,
at every cross road, in every bar...

Baktığım yerden sen geliyorsun. Soğuk bir kışın erkenden omuzlarımıza düşmüş bir gecesinden, evet saat daha 17:00 olmasına rağmen gecesinden yürüyerek, dün gibi geliyorsun. Elinde çocukluğumun, ortak çocukluğumuzun bir parçasıyla gülümseyerek... 

Beraber bir duble rakı bile içmeden, daha da önemlisi yan yana oturup elimizde 10 yıl önceki bir gece vakti kadar koyu kahvelerin yanında bir sigara yakmadan geçmiş 10 yıla rağmen gülümseyerek... 10 yılın artık geçtiğini kendime itiraf edemediğim öfkesini, inadını, kırgınlığını, her şeyini... Yine kendi inadınla, yırtıp bir zeytin dalı gibi geliyorsun. 

10 yıl öncesi kadar iyi tanıyoruz birbirimizi, 10 yıl öncesi gibi laflarımızı tartmadan, sanki o 10 yıl geçmemiş gibi ama o geçen 10 yılın olgunluğuyla, birbirimizle konuşuyoruz. Çok tanıdık bir his seninle konuşmak... Dün gibi bir his... Bizden yürüyerek 3 dakika uzaklıkta olmasına rağmen ancak 1 saat 33 dakikada seni kapısına bırakabildiğim köşedeki sarı apartmandan içeri girmeni izlemek gibi...İlk sigaranı yanımda içmen gibi...  

Sigaraya başlamak her zaman yalnızca bir nefes çekmek değildir biliyorsun; bazen bir şimdiki zamanı henüz geçmiş olmadığı anda göğsünün içine, akciğerlerinin arkasında sola doğru saklamaktır.

Ve 10 yıl sonra sadece senin anlayacağın yazılar okuyabilmektir...

Bazı insanlar dönüşüyor ama iyi ki hiç değişmiyorlar. Lise sırlarının üzerine kazınan yazılar gibi... Sıralar değişiyor belki ama yazıların o sınıfta sıraya kazındığı gerçeği değişmiyor.

Gece eskisi kadar tertemiz kömür kokmuyor belki ama en azından yıldızlar hala arada bir gözüküyor.

18.11.2015

Sen Teşhisi - 2


Özet: Ağlayamamak kavuşamamaktır. Devrik cümleler devrimcidir.

Dekor:
Vapurdan görünen, boylu boyunca sıralı ışıklarla aydınlanan yol ve o yolu gören vapur, vapurun ortasında olduğu deniz, denizin ortasında olduğu karanlık, karanlığın ortasında bulunan ben, ellerin.

Karakterler:
Sen: Yol boyu sıralı ışıklar var, sahil boyu, vapurdan gözüken. İşte sen, o yol boyunca sıralı ışıklardan her birisin. 

Ben: Aralarında bir, sadece tek bir ışık var... Ne tam sönmüş ne de diğerleri kadar parlak. Bozuk, kırılmış... Yabancı dilde tam olarak "broken" diyorlar. 

Sen (evet, yine sen): İşte sen, o yol boyu sıralı, tamamı parlak ışıklarsın. 

ve Olay:
Ve ben, ben o senin aranda kalmış, ne tam sönebilmiş ne de parlayabilmiş, bildiğin bozuk ışığım. Belki de o ışığın lambasıyım, belki de zaman zaman biri zaman zaman ise diğeriyim. 

Yol boyu sen her bir ışıkta o kadar parlaksın ki, o kadar olur. Keşke senin aranda bozuk bir ışık olarak kalacağıma altındaki karanlık yol olsaydım. Her gece seninle aydınlanırdım. Kırılmış, bozuk değil de karanlık ve yer yer seninle aydınlık. 

Ve fakat... 

Bozuk bir yol lambasıyım, bozulmuş bir yol lambasında her görenin bakıp uyuz olduğu ama tamiri için kimsenin, adeta belediyenin bile umursamadığı sönük bir adet ışığım. Pasparlak bir sen silsilesinde araya karışmış bir... 

Ne tam bozuk, ne tam kırılabilmiş, ne parlak... 

Kırılmayı bile becerememiş bir bozuk yol lambasıyım. 

Bir ara bozuk bir yol lambası olmayı bırakıp çocuk olmayı denedim. Hani çocuklar ağlayınca her istedikleri olur ya; her ne kadar yaşım çocuk olmaya yetmese de şansımı deneyeyim dedim. 

Oturdum ağlamaya çalıştım, olmadı. Üst üste 29 tane acıklı Türk filmi izledim, yine olmadı. Düşün, 39 tane ayrı ayrı acıklı Türk filmi... Bana da yazık. Yalnız lan, 29 mu 39 mu tam da emin olamadım. Ha bu arada iki şişe ucuz viski içtim filmleri izlerken. Hem ayık kafa mantıklı hangi akıl hastası o kadar Türk filmini art arda izler? Ayrıca sarhoş olup ağlarım belki dedim. Sarhoş olabildim onda yılların getirdiği bir ustalık var, problem olmadı ama yine de ağlayamadım. Çitaları bile düşündüm biraz ki bilirsin hayatta en üzüldüğüm konunun süjeleridirler. Ona bile ağlayamadım ve sanki dışına sıçmak mümkünmüşcesine böyle hayatın içine sıçmak istedim. 

Ağlayamamak, kavuşamamaktır. 

Açılayım diye dışarı çıktım. Belki yolda biri ezilir, biri gaspa kalkışır, biri bir başkasını öldürür de ağlarım diye düşündüm. Yalnız sadece soğuk havadan gözlerim dolar gibi oldu biraz ama o da tam sayılmazdı. Eve döndüm. Tüm bu süre içerisinde seni düşündüm.

Beni hala en yakın akıl hastanesine götürüp Sen teşhisi koydurmayan herkesin anasını sikeyim. 

Evde Arif'in Manchester'a attığı gol nereden geldiyse aklıma geldi. Onu ararken Behzat Ç.'nin "Cumartesi Anneleri" bölümüne denk geldim. Orada hüngür hüngür ağladım işte. Ama orada da sen yoktun. Bir boka yaramadı, olsan da yaramazdı muhtemelen, ama ağladım işte. 

Zaten çocuk da değilim amına koyayım. Çocuk sevmiyorum da ayrıca. Devrik cümleler biraz devrimcidir. Önemli bir şey söylemeden "ve" demek güzeldir. 

ve seni seviyorum. 

14.11.2015

Sen Teşhisi - 1


Beni en yakın akıl hastanesine götürüp "Sen" teşhisi ile tedavi etmeleri gerekiyor. Herkese söylüyorum ama beni ciddiye almıyorlar nedense... Belki de hiçbir tedaviye yanıt vermeyeceğimi biliyorlardır gizliden... 

Oysa anlatıyorum, diyorum ki; "Gözümü kapattığım her anı geçtim, gözümün açık olduğu her anda da onu görüyorum. Gündüz gündüz baktığım bir noktada daydreaming şeklinde onu görüyorum. Zaten ancak bir hayal kadar güzel..."

Gündüz baktığım her noktada, gece bakmadığım noktalarda da seni görüyorum. Bana "Sen" teşhisi konulması için artık daha ne gerekir bilmiyorum. Ama dinlemiyorlar beni... Şımarıklığımdan zannediyorlar, "geçer" diyorlar inanabiliyor musun? NE DEMEK GEÇER! O kadar anlamıyorlar ki, geçmesini isteyip istemediğimi sormuyorlar bile... 

Yine dinlemiyorlar. Yine beni en yakın akıl hastanesine teşhis konması için götürmüyorlar. Lafı gelmişken akıl hastanesi çok güzel bir laf... Ruh ve sinir hastalıkları hastanesi kadar yalancı, ikiyüzlü bir laf daha duymadım ben. Sırf ofansif olmamak için, sırf sözde kibarlık için akıl hastanesi diyemiyorlar. Kısaca gerçeği kamufle ediyorlar. 

İnsan zaten böyle bir şey... Dünya dışındaki muhtemel canlılara "uzaylı" diyen bir türden ne beklersin ki? Ağzını siktiğimin insanlığı sanki uzay dışında bir düzlemden de başka gezegenlerdeki muhtemel canlıları "uzaylı" diye tanımlıyorlar. Adama "e sen nerelisin yarraaaaam" derler. Çorum sanki uzaydan başka bir yerde de adam Çorum'da oturup Dünya dışı varlıklara "uzaylı" diyor.

Neyse, önemli olan senden bahsetmekti. Uzay demişken gerçi, sana geçmeden -ve hazır geçmişken de aynı zamanda- Plüton ne de nefis bir gezegen... Evet. Plüton'un yüzeyinin eksi 234 derece olmasına rağmen nadiren kendisine ulaşan güneş ışınlarında yüzeyindeki katılaşmış gazların sıvılaştığı gerçeği var. Bunlar hep güzel şeyler... Sen teşhisi ile akıl hastası olmak kadar güzel neredeyse.

Bu güzellik biraz teninin anason kadar şeffaf ve pürüzsüz, rakı kadar beyaz ve sarhoşluk kadar muazzam olmasından biraz da gözlerinden (bazen senden habersiz) süzülen gülümsemenin akciğerlerim üzerinde yemyeşil bir orman etkisi yaratmasından... Biraz da... Biraz da öyle işte...

Bazen biraz kendimi tekrarladığımı düşünebilirsin. Senin muazzamlığın hiç değişmezken tekrar tekrar seviyorum seni; aynı şiddette, ondan olabilir... 

O zaman rakı içeyim... Zira birlikte rakı içen insanlar arasında olduğu kadar uğruna rakı içilen insanlarla da aranda bir bağ oluşur. Biraz arabesk reloaded ama gerçek bu ben ne yapayım. İşin doğası gereği uğruna rakı içilen tarafın çoğu zaman bu bağdan haberi olmaz. Uğruna rakı içilenin haberi olmadan ince uzun bardakların iskelesinden demir alan her bir vapur dublede bir ton daha "Sen" teşhisine ihtiyaç duyuyorum. Zira her bir dublenin dibine seni çiziyorum. 

En nihayetinde her bir duble rakı, sana delirmeye dâhil.