29.01.2012

kem-küm

yazdıkça yazasımın geldiği ilk zamanlardı galiba.
çocukluk damarlarda şimdikinden fazla geziyordu
ama farkında değildim..
keşke olabilseydim.
bir keresinde ben maça valesi, sen karo kızı olmuştun
beş harfli fallar bakmıştım.
bir şarkı dinlerken
o ben olsaydım demiştin
ya da dediğini varsaymıştım.
ne fark eder?
ben çocuk olmadığımı düşünürken o zamanlar
nereden bilebilirdim o günlerdeki saflığı
bozulmamışlığı, içtenliği
bir daha hiç bulamayacağımı..
hiç rakı içmemiş
hiç samime sanay dinlememiş,
hiç aşık olmamış,
hiç kafam bulanmamıştı..
bir gece
bir ateşte yakınca 15 şiiri,
bir ateş de bende yandı..

durmaksızın samime sanay dinleyebileceğimi anladığım zamandı,
ve rakı bir daha hiç o kadar acı olmadı.

27.01.2012

13 kala


Geçerken önünden hayatın
uğramıştım sana
öyle bir dakikalığına;

avucumu öptün,
o an
öyle
kaldım,
dondum sana.
Güzel,
çok güzel
döndüm sana
ve de
çok güzel gülümsedim
elbette.

Ben
zaten
hep
çok güzel gülümserim
sana
ki
sen de
gülümsedin
tam
göz bebeğimin
ortasına.

Biraz bekledik,
- akşama kadar falan -
deliler gibi
seviştik
sonra,

en derinin
en gizli hücrelerime
13
kala.


21.01.2012

Öz


Yağmurla su gibi
                 Öz'ü aynı...

ve tenindeki ter
                damlaları da
                        ayrı...

17.01.2012

yin yang


Yin'in içinde Yang,
Yang'in içinde bir parça daha fazla Yin

birlikte özgür
ve iç içe
hapis gibi
ve
her şekilde de
tam.

Görüntüde iki parçalı
Gözlerini kapatınca
bir bütün;
ölümle yaşam değil
iyiyle kötü hiç değil
ama iç içe işte,
seninle nefes
loş bir ışıkla çıplak bacağın
ve de
benimle ben gibi.

The Night in White

Grohl'un Miss the Misery deyişiydi geceyi başlatan. Saatin kaç olduğu değil, benim geceye ne zaman giriş yaptığımdı belirleyici olan. Loş ışık altında ruhum uyuşmuş yatarken bedenimle ayağa kalkmasına iddiaya giriyordum bile.

Boşalan Efesler'in ardından viskinin geleceğinin umuduyla daha da dalıyordum dibine siyah tombik şişenin. Tombik şişenin büyüsünü bir türlü çözemedim. O kahverengi cama bakınca almamak günah gibiydi. Başka şişelere yönelmek ise bir aldatma seramonisi. Değişen kahverengi şişeyle Grohl yerini John'ın Don't Forget Me'deki efsane oluşlarının Madrid, Slane Castle ve dünyanın başka yerlerindeki versiyonları alırken müzikal bir orgazm yaşama seansında ayağa kalkma iddiasını kazanamayacağım pek bir belliydi.

Ayağa kalkmak fikri Carl Orff'un Carmina Burana'sı kadar korkutucu olsa da bir Olafur Arnalds huzuruna erişim için gerekliydi. O huzurun kapsama alanı dışında kalmaktan korkmak gibi biraz, biraz Carmina Burana'yı gerçekten çok sevmekten... Camı açmayı unutmaktan belki de. Camı açsam mutlaka Vivaldi'nin Four Seasons'ının Winter kısmını açardım zira. Dışarısı bembeyazlarla giyinik, soğuk bir atkıya sarınmış...

Lucky Strike'ın Türkiye'deki versiyonunun üzerinde "It's toasted" yazmaması kadar hüzünlü bir yandan da Carmina Burana; korkutucu olduğu kadar.

Versiyon ne kadar boktan bir laf aslında.

Dumanaltı odada, dumanın altı bir havada, dumansız bir kafada.

Sadece günün 48 saat olmasına, içtikçe boşalmayan bir Jack Daniel's şişesine, ruh halimi anlayarak kendiliğinden çalan müziğe, bir parça da hiçliğe düşmeye ihtiyacım vardı. Bunlar olsa kolaydı. Aksilik bu ya, evde gerizekalı bir şişe Ballentine's vardı.

Aniden son izlediğim filmden bir replik; "It's not worth much if you can't face yourself in the mirror. Respect is the ultimate currency." diyor... Hemen ardından da ekliyor: "Inevitably, the further you run away from your sins, the more exhausted you are when they catch up with you... Certain... It will not fail."

Oysa günahlarımızı kucaklayabilsek, çok daha mutlu olurduk. Biranın son damlası işte bu söze denk geliyordu tam da. Ben de kalkıp viski şişesini kucakladım. Yaratıcılık tam da ihtiyacım olan şeydi ve geçmiş tecrübelerim onu şişenin dibinde bir yerlerde bulacağım konusunda beni teşvik primine boğuyorlardı.

Viski, Strauss'tan Chopin'e uzanan yumuşak bir yoldu aslında. Sadece hepimiz onu ya Mozart'tan La Marriage de Figaro sanmıştık ya da Tchaikovsky'den 1812 Overture'un finali...

Chopin demişken; Cimetière du Père Lachaise'deki mâbedi dahi nasıl da notaları gibi serinkanlıdır. Soğuk bir Paris gündüzünde ya da güneşin yağmurla Waltz in C Sharp Minor op.64, 2 eşliğinde zarifçe dans ettiği bir Temmuz akşamüstünde ziyaret edince neredeyse melodisini  duyabilirsiniz.

Gecenin bitişi de günün ilk ışıklarının aç gözlülükle saldırmasına değil, benim geceyi bitirmeme bağlı... Ve gece diğer gece başlayana kadar asla bitmiyor.


16.01.2012

sondan başlangıç

iki duble gibi başladı aslında,
buzu tam erimemiş, suyu tam karışmamıştı.
dudak alışmamıştı...
önce acı geldi, sonra sıcaklık;
bir kadının ilk öpüşü gibi
tutkulu ve zarif.
ilk duble gibi başladı.
ağızda kokusu yoktu daha,
ve duruyordu tamdan biraz eksik şişe
umut gibi,
bütün heybeti ve ihtişamıyla.

acı gibi,
acı sanki huzur gibiydi,
ironikti..
büyüdükçe büyüdü yudumlar
hayaller gibi,
dil alıştı, dudak uyuştu
kadehler kavuştu..

adı rakıdan, yolu hayattan geçen
onca şiirden biri olmaktı amacı,
boynunda ilmik
karşısında darağacı,
altında sehpa.
ha düştü ha düşecek;
kafasında kurduğu dünya
ha değişti, ha değişecek
ve gözlerinde sıcak gözyaşları
ha süzüldü, ha süzülecek..

bazı hikayeler gibi,
ha bitti, ha bitecek..
çek sehpayı
nefes
ha kesildi, ha kesilecek..

14.01.2012

orantı

Seni seviyorum;
kalp atışlarınla doğru orantılı,
kalp atışlarımla eş adımlı
ve de
bol
ışıklı

Seni seviyorum;
ellerinin sıcaklığıyla
ters orantılı,
iyi ki ters bu orantı
çünkü
ısınmak için
Hep
bana uzanıyor ellerin.

Isım ısınla ters
tenin tenime
Tek
orantılı.