24.12.2012

Para la Vida Eterna


Sana sensiz kalmayı anlatmalıyım dilim döndüğünce... Tam da anlatamam ya... Olsun, yine de denemeliyim. Sana seni sözlerle anlatmak da günah ya neyse... Alıştım zaten... Boşa demedim "Sana bir bakışlık mesafeden her seferinde ilk günahın benim!" diye...

Nasıl anlatılır bilmem ya, yine de deniyorum işte... Kelimeler çekingen gibi seni anlatırken. Aldığım her yudum Jack de çözemiyor dilimi...

Tüm gördüğüm sensin...
Tüm istediğim...
Tüm sevdiğim...

ve

Tüm ihtiyacım olan sensin...

Sana sensiz kalmayı anlatmalıyım. Çünkü bunu hak ediyorsun... Sana sensizliği anlatmaya çalışmamak korkunç olurdu... Belki bir daha sana dokunamamaktan daha da korkunç... Ama buradayım işte, ellerim de var... Dilim de var döndüğünce... İki adım ötemde de sen varsın. Sensiz değilim belki...

Ama anlıyorsun ve bazen de hafiften korkuyorsun ya -korktuğunu biliyorum dünyanın yeşili gözlerinden- saplantılı değil ama her hücreme sirayet etmişcesine hastalıklı bir sevgi bu... Bağımlılık gibi, bağlılığın bir adım ötesinde, yoksunluk sendromlarının zirvesinde.

Sensizlik dediğin benden uzakta olduğun anlar değil ki sadece güzel kadın... Sensizlik iki adım ötemde de olman... Sensizlik sana dokunamadığım her an. Sensizlik, en derinine kadar seni hissedemediğim, en derinime kazıyamadığım her an.

Sen bazen gidiyorsun ya... Geri dönmek üzere gidiyorsun. İşte dünya yeşili gözlerinden anlıyorum döneceğini ben. Birinin dönmeyeceğinden, onun dönmeme ihtimali olduğunu bilirken korkmak o kadar kolay ki; ve ben seni o kadar kolaya kaçmadan seviyorum ki, geri döneceğin Tanrı'nın varlığından daha kesinken bile dönmemenden korkuyorum.

Sensizlik manevi bir eksiklikten fazla. Çok seven herkes için sevdiğinin uzak olması manevi bir boşluktur. Oysa sen yokken paralize oluyor vücudum. Bazen bir bacağım, bazen bir kolum ve bazen de aklım yok gibi hissediyorum. Meczupluktan öte bir diyara yelken açarken fiziksel yoksunluk belirtileri gösteriyorum ve ancak sensizlik krizinden sarsılırken uyuyakalarak, uyandığım ana kadar sensizliği atlatabiliyorum.

Senin kokunla bir doz dahi olsa diyorum, bir doz dahi olsa damardan kokunu alsam sanki her şey geçecek... Ama kokun yok. Parfümün var elbet yanımda. Ama kokun o değil ki... Senin teninin kokusu... Tam boynundan, yani dünya üzerinde bulunan en güzel yerden burnumu hiç çıkmamacasına gömerek aldığım koku parfümün değil. O koku senin teninin tininle dans edişinden ortaya çıkan eşsiz bir Öz. Senin Öz'ün.

Sen de benim Öz'üm...

Yastığa sinen kokunun soluk bir kopyası beni daha da dibe çekmesin diye sen yokken seninle yattığım, terine karıştığım yatakta yatmıyorum. Belki olur da yastığa sinen kokunla avunur ve seni bir parça daha az özlerim diye...

Her sigaranın her dumanında seni üflüyorum... Dumanla yaptığım her dairenin üzerine iki yan yana nokta üflüyorum... Bir daire üzerinde yan yana gelmesi en anlamlı olan iki duman noktası; ve nefesimden çok daha öteden üflediğim...

Geliyorsun sonra... Sen gelirken, sen her tekrar geldiğinde senin bana ilk gelişini düşünüyorum. Beş dakikalığına dışarı çıkıp gelsen de böyle, içeriki odadan yanıma gelsen de, iki gün sensizlikten kıvrandığımdan sonra gelsen de... Her seferinde Eylül ayı oluyor bana... Her seferinde nefes almayı unutuyor kalbim.

Her seferinde kesiliyor nefesim... Nefesim zaten senin... "Ben" zaten senin...

Angus and Julia Stone'dan "All of Me" çalarken, sensiz kaldığım her an için senden tazminat talep etmek için bir mahkemeye başvursam, başvurduğum mahkemenin başkanının suratındaki ifadeyi merak ederken senin benim uyuşturucum olduğuna karar veriyorum.

Eroin...

Bir yerde okumuştum; eroin ilk alındığında insanı dağıtırmış, dünyayı toz pembe görme yoluymuş. Ama doyum noktasına ulaştıktan sonra onsuz dağılırmışsın, onunla değil. Onsuz yarım kalırmışsın. Ancak o olduğunda her şeyi olduğu gibi idrak edebilirmişsin...

Böyle söyleyince; aslında tam olarak eroinim de değilsin. Çünkü ben sana hiç doyamıyorum; senle ilgili bir doyum noktam yok.

Ama eroinim olsan da her seferinde altın vuruştan bir milim altta vururdum damarlarıma seni... Her seferinde hayata bir milim kala sana tutunurdum. Tekrar tekrar sana ölümün kıyısına gelene kadar kana kana susayabilmek için... Ölümle aramda sadece ve sadece sen kalana kadar kendimi kaybedebilmek, sonra senin koynunda, damarlarında hayata geri gelebilmek için... Sonra seni damarlarıma alıp ölümün kıyısına kadar gidip radan döngüyü başa alabilmek için...

O zaman kara verdim;

Sen benim "neredeyse eroinimsin"....

Geliyorsun...

Bir yatağın üzerinde sana karışarak müzik dinlemek gibi güzel oluyor her şey kapıya değen ellerini tutmak için aramızdaki kapı engelini açtığımda...

Sonra sen giriyorsun içeri... Kalbim bağımsızlığını ilan etmeli...

Kalbinin de bağımsızlığını istediğini adım gibi biliyorum. Birleşip yek oluyorlar zira her seferinde kalbimle... Tek kalp paylaşıyoruz seninle büyük...

Geliyorsun, gidiyorsun... Sensiz kalıyorum istemesem de... Ve sen her ne kadar her hücremde olsan da sensiz kalmam kaçınılmaz. Bence sensizlik, benim senin kutsal tenine dokunamadığım her anın birleşiminden oluşuyor.

Ama ne kadar birleşseler de ancak bir doğru parçası olabiliyorlar. Sınırları hep var. Oysa sen bir doğrusun içimde...

Seninle ilgili her cümle üç nokta... Seninle ilgili her şeyin devamı var içimde...

Sen varsın bende..
Sen
ve
hayat

en nihayetinde

Para la Vida Eterna...


Ölüm Kadın


Daha sen uyanmadan,
çoktan giden her kadın gibi
ölüm de güzeldir.

giderken duraklar bir an belki
belki sen uyurken ensene nefesiyle kazır
hiç olamayacağınızı...

hiç beraber ölemeyeceğinizi...

oysa iki insanın paylaşabileceği en özel şeydi
ölüm.

siyah ve siyah
siyah ve altın rengi.

kapıdan çıkarken
gözü yatakta kalır,
nefretle tutku arasında
dişlerini sıkar ölümcül

bazen her kadın bir ölüm,
bazen bir kadın tek ölüm

bazen de tek kadın
ve tekrar tekrar
ölüm.

Mey Yolu


Mey ile ibadet olmaz diyorlar;
Yalan!

Tanrı'ya gidiyorsa eğer
şaraptan da geçer iman.


13.11.2012

24.08.2012

Erotizmin Uzun Tarihi


Milâdı seni ilk gördüğüm ana düşer.
Erotizmin Uzun Tarihi...

İlk gördüğüm anda istedim seni
aklım sana düşer.

Yağmurlu bir sabaha karşı
-ama dünyanın en güzel sabahına karşı-
topuklu ayakkabıların üzerinde
bir nokta üç şiddetinde sallanıp
benliğin kollarıma düşer.

Kollarım kucaklar
üç sokak öteye
yek olmaya taşır seni,
camı açıp sevişiriz sonra.

Tenine ibadet ederken
tüm suratımda birikip çenemde toplanan ter
bir parça ruhumla
altımda senin kasıklarından ruhuna düşer.

Benim sana duam bu...

ve böylece
ağzında ufak bir inilti
kafan geriye düşer.

dişlerim boynunda
acımasız
tırakların etimde
hakim

Bir dokunuşunla
en derin hücrelerinde bittiğim anda
aramızda senle karışık milyonlarca varolmayacak biz

ve
düşüncelerim dudaklarında
mırıldanırken sessiz,

düşlerin
kollarımda
uykuya
yenik düşer.


22.08.2012

Guyamas Sonora


uzaktasın sanıyorum
yanlış...

mesela kapkaranlık bir denize bakıyorum,
etrafta mis gibi yasemin kokusu
sen yoksan
hepsi yok oluveriyor yavaşça.

ama kokuyor işte yaseminler bunca,
ve gözümü kapatıyorum,
varsın.

kalbimin ipleri elinde
ve tüm dualarında sen varsın.

o kadar uzaktan bile
beraber uyuyoruz mesela
daha da huzurla bitiyor gece...
denizin karanlığı bile daha huzurlu.

gözümü açsam yoksun biliyorum
sımsıkı sana kapalı gözlerim
sırf diğer her şey de var olsun diye.

uzaktasın sanıyorum ya bazen
yanlış
uzakta olsan
varoluş yok olurdu.

varsın.

19.08.2012

dudakların kapalı


Ancak iki dudağının arası kadar
uzaktın benden,
onca mesafeden uzanıp
                   sonu olmadan tuttum seni...

gün ışığında yazılabilmiş bir şiir gibi
                                                 Parlak,
gülümsedin bana.

Şimdi
her bir kirpiğinin ucundan
bir dünya kuruyoruz seninle;
her birinde
sol elin boynuma dolanmış
sağ elin göğsümde usulca,
Kalbim saniyede on üç kere adını anıyor.

tam korkar gibi oluyorum
Yemyeşil bir gelecekten gözlerin
bakıyor bana...

Bir ateş altı üstü yanacağımız
Beraber

Nefesin derimin altına geçerken
Tenine yazıyorum beni

ve
böylece
dudakların kapalı.

Zaten
ne kadar uzak olabilirdin ki
benden...

16.08.2012

uzun uzun


uzun uzun yazıp
uzun uzun siliyorum,
bekleme..
birleştiremiyorum cümlelerimi
belirginleştiremiyorum fikrimi
gerilme..
sana sadakat getiriyorum
mektuplar ve pullar
hızır ve huzur..

31.07.2012

öncesi yok, sonrası..

Zaman yürüyüp giderken
Ardında kalanlara bakmadan,
Saniyeleri saydığın an anlarsın
Beklemenin ne zor,
Ne kadar acımasız olduğunu.

Güvensizlikle dolu dünyada
Bir sığınacak liman gibi geldim sana.
Yaşanmışlıkları koydum bir yana
Attım en uzağa
Ve sıfırdan başlamak için açıldım deryaya.

Yürüyüşüm uzundu
Bazen koştum, bazen emekledim
Ama hep ilerledim.
Ve yolun sonunda birikmiş bütün hislerimle
Dokundum sana.
Sarıldım sana
Seviştim şenle.
Daha önce hiç sevişmemiş gibi.
Çünkü daha önce hiç bu kadar samimi
Bu kadar deli sevmemiştim seni.

18.07.2012

Erotizmin Özet Tarihi


bacaklarından şehvet geliyordu
dudaklarından aşk,

bakışlarında inliyorduk
yavaş yavaş.

3.07.2012

Kişisel Vahiyler - Susmak 366:21


Kaçıncı kez 23 çalıyor Mor ve Ötesi'nden... "Yüzünden başlasam gitmeye uzaklara... Duymasam kimseyi..."

Duymadım da zaten... Hiç iyi bir dinleyici olamadım ben. Bu yüzden ben konuştuğumda dinlemeyenlere kızamadım hiç.

Bunun yerine sustum; "Bir gün kendimi bırakıp, sana anlatsam ne olduğunu... Neden sözleri yuttuğumu..." Çok uzun zaman önce yuttum ben kelimelerimi. Konuşmadım hiç kendimden. İronik olarak en çok sarfettiğim kelime "ben" iken bile kendimden hiç konuşmadım ben... İşte bak; yine ben...

Ben i c a; "öylesine yazılmış şiirlerin, öylesine yazılmış mısralarında, faydası yok kelimelerin..." diye buyurdum.

Ben i c a; Konuşamayanların Manifestosu'nu yazdım... Tek kelime etmeden yazdım... Domino taşlarının yıkılması gibidir susmak diyerek yazdım.

Ben i c a; "sustukça yazasın gelir, yazarsın çaresizce. yazdıkça susasın gelir..." diye vahiy gönderdim konuşamayanlara...

Okumaktan köşe bucak kaçanlara okumayacaklarını bile bile mini manifesto yazdım; yine konuşamayanların...


ince bir mum ışığında
usulca


yazmaya tutkundurlar
konuşamayanlar...


Bazen de sen i c a; aşağı yukarı bir sene önce kendi yasalarımı çiğnedim; konuşmaya başladım, susamadım sonra; susmak için neden kalmamış gibiydi... Sesin sanırım; o kadar gözlerindeydi ki ben konuşmazsam susarsın diye korktum... Konuştum.

Sonra i c a yine ben; anladım ki susmak için nedenler hiçbir zaman bitmez. Susmanın nedenleri doğanın evrensel ve çiğnenemez yasalarıdır. Tek kelime etmeme rağmen konuşmamaktan daha evrensel bir yasa yok. Susmak, er ya da geç içerisinde bulunduğunu fark edeceğin bir erdemlilik hali değil; kazanmak için kelimelerini feda edeceğin bir savaştır ve Ernesto'nun dediği gibi hiçbir zafere çiçekli yollardan ulaşılmaz. Dolayısıyla herkes susamaz.

"Duymasam kimseyi..." Duynadım kimseyi, belki bir seni duydum... Sen ise Locus Regit Actum'a tabiydin; ben o akitin yapıldığı yerde yoktum. Kelimelerim de yoklardı.

Bir Temmuz'un alelade bir üçüydü tarihe not düşülsün; tekrar sustum.

Artık kelimelerim benim. Yüzünden başladım, tekrar susmaya...

Ben i c a; bir yıl sonra tekrardan anladım; Faydası Yok...

12.06.2012

Kızıl Rüya


Uyandım,
Ne zaman uyumuştum hatırlamıyorum.
Son günlerde zaten uykuyla uyanıklık arasında
tamamen bilinçsizce
gidip geliyorum.

Gözlerimi açtım,
yattığımı bilmediğim yabancı bir uykudan.
Uyku yabancıları sevmiyordu sanırım.
Uyandığımda sağ elimin üstü olduğu gibi kandı.

Doğruldum,
Ruhum yatmaya devam ediyordu ölü gibi.
O yüzden elimi hareket ettiren neydi hatırlayamıyorum.
Kirliiliği geçmiş çöplük sakalıma dokundu elim.
Elimi oraya götüren neydi bilmiyorum.
Ama yapış yapış bir şeyin sakalımda kuruduğu belliydi.

Kalktım,
Ayaklarım saçmaladı biraz,
son birkaç gündür pek kullanılmadıklarından olsa gerek.
Aynaya yaklaşırken içimde bir sancı...
İçimi iki yanından tutup ters taraflara çevirerek suyunu sıkan birileri var.

Baktım,
Gözlerime inanamadan aynaya baktım.
Yüzümün sağ yanına hayretle baktım.
Yapış yapış halde kurumuş şey
kandı.
Ve sanırım benimdi.
Yüz benimdi büyük ihtimalle
ama kan da benimdi biraz şüphelice.

Yaklaştım,
Arkada Skin and Bones çalar halde aynaya yaklaştım...
Dudağımın en doğu ucunun kenarından doğup
Yüzümün sağ yanını kollara ayrılarak kapladığı
ve de gözümden denize döküldüğüne göre
kan da benimdi
koyusundan hallice.

Kanım dondu,
Hala içimde kalmış olan kısmı dondu,
Dışarıdaki kısmı kuruydu
ve nasıl olduysa göz altıma kadar ulaşmıştı.

Taştı,
Gözümden
Kanın üzerinde
biraz düz gidip
sonra bombeli bir yarım daire çizip
başladığı yerden yine direkt dümdüz aşağıya indi
Kuru kanın üzerinde resimler.

Düşündüm,
yüzümün sağ yanını kaplayan kanı yıkamayı düşündüm.
Ama o kadar benimdi ki
dokunamadım.

Oturdum
Kendimin karşısına
Kendim bana güldü,
sonra aynanın içinden bana tükürdü.
Kanla karışık yağmur tükürdü,
öfkeden hallice...

Sonunda uzandım
yere içimi döktüm.

"Le rêve rouge"
İçim kıpkırmızı.

10.06.2012

Kan izi



Gözünden damlayan üstüne düşmese bari,
Yaş iz yapmıyor da
kan beyazdan çıkmıyor hani,

Gözlerinde yaş değil
Koyusundan kan izi.

Kaktüs ile koyunun bok gibi hikayesi


Yine bastı afakanlar; basar basmaz Kaktüs'üme koştum...

2 hafta oldu su vermeyeli... Yorgun ama ayakta... Sadece pencere pervazına kolunu dayamış biraz, dinleniyor kendince. Suyunu sonra vermek üzere kafamı çevirdim kendisinden. Buna rağmen hafifçe gülümsedi... Bir parça "You are what you are..." diye fısıldadı.

Kaktüs'üm çok cefakar aslında. Haftalarca su vermesem kafasını ancak 3 hafta sonra eğer. Ama sesini çıkarmaz. Sessizce köşesinde kafasını eğer. Bunu fark edip suyunu verdiğim anda kafasını kaldırır.

Daha önce de çiçek aldım mesela; e tek başına yaşamak zor, evin içerisinde bir ses olsun istiyor insan. O diğer çiçeklerle çok daha fazla ilgilendim ama kaprisli çıkmışlardı. Koyverdiler kendilerini. Kaktüs'ümse o zaman dahi bana küsmedi, onları kıskanmadı... Onların allı morlu çiçekleri vardı belki ama beni ancak Kaktüs'ümün dikenlerinin üzerinde ellerimi yavaşca gezindirdiğim zamanlar sakinleştirirdi. Kaktüs'üm de bunu bilirdi.

Yine de çok boş bırakmamak lazım; hayatta hiçbir şeyin güvencesi yok en nihayetinde.

İşte o yüzden hayat bok gibi. Bok demişken biliyorsunuz sansürden geçirmek için mizah dergileri bok yerine b.k yazar. Ne zaman adı soyadı baş harfleri B ve K olan bir insan olsam gülerim. Adı B.K gibidir zira.

Deprem de bok gibi bir doğa olayı. Kaç zamandır sarsılıyoruz. Benim elim titrediğinden olsa gerek ben depremi hissetmiyorum. Zaten son zamanlarda bu konuda biraz sorun yaşıyorum. Kaç kere Foo Fighters'dan Best of You dinlediysem de geçiremedim. Jack Daniel's ile konuştum bu konuyu... Kendisi Tennessee menşeili olduğu için bana "Just let go yourself" dedi. Her bokta (bak yine b.k) kendimi tutmaya o kadar alışmışım ki ne kadar hissetsem de dışa çok vuramıyormuşum. Öyle dedi...

Ben de O'na "Thank you Jack Daniel's; my friend, my confidant, my mentor, my last resort, my sanctuary, my joy, my tear, my music, my psychologist, my elder, my priest, my prophet" dedim.

O değil de bir olayı dört gözle bekleyen b.k gördüm. Sanki insan gibi, bekleyebilirmiş gibi bekliyor b.k. Bildiğin b.k yani. Bok gibi lan. Elinde telefon falan; emin olmaya çalışıyor beklediğinin gerçekleşmesinden... Ama en nihayetinde bok olduğunu unutuyor b.k.

Neyse Jack Daniel's tavsiyelerini yarısına kadar içtiğimde baktım sabah olmuş. Akşam olmamıştı ki sabah olsun. Gece ne zaman geçti peki? Gece oldu da ben mi fark etmedim. Bugün gün ışığında yazıyorum ki b.k gibidir gün ışığında yazı yazmak. Ama hava kararmadı ki hiç ben ne yapabilirim. Resmen bir Dave Grohl fısıltısında Everlong!

Aklıma başka bir Foo Fighters parçası geldi; Friend of a Friend diye. Google'a yazdım. Google bana "Salak mısın arama motoru olarak niye beni kullanıyorsun Friend of a Friend kullansana dedi. Nasıl bir öfke anlatamam. Bok gibi.

Ben de Times like These dinlerim dedim kendi kendime. O arada bakmışım uyuyakaldım. Rüyamda kurbanlık koyun gördüm; evin küçük kızı besliyor falan koyunu. Ama rüyayı koyunun içerisinden görüyorum. Yani First Sheep Shooter tadında. Küçük kız koyunu kesmemek için annesini ikna etmeye çalışacak. Koyun melül melül baksa da bir işe yaramayacağını biliyor o an. Anne keseceğiz derse koyunun işi bitti. Öyle bir dünya. Gidip ipini kemirip eve girmeseydi iyiydi. Hadi eve girdi o vazoyu kırmayacaktı. Hadi kırdı... Neyse öyle işte. Evde de mutluydu oysa ki koyun. Koyunluğundan çıkıp neredeyse bir birey gibi hissetmişti. Hayatının en güzel koyunluğuydu insana yaklaşırından. Ama işte... Kısmet be koyun.

O arada uyandım. Baktım yine koltukta iki büklüm sızmışım. Oysa ki içeride yatak var. İki kişilik bir de... Ama ayaklarım gitmiyor oraya işte. Ne biçim ayaklarsınız lan siz!

Ağzımda kan tadı zaten. Aklımda mısralar;

Gözünden damlayan üstüne düşmese bari,
Yaş iz yapmıyor da
kan beyazdan çıkmıyor hani,
Gözlerinde yaş değil
Koyusundan kan izi.

Ben bunu bloga yazarım; ismini de kan izi koyarım. İyidir. En azından b.k gibi değil.



30.05.2012

tel


Tüyleri tel tel savrulmuş
Esen rüzgar ciğerine vurmuş
Bok bulsa yiyecek kadar aç
Ve her şeye rağmen
Göz göze geldiğinde
Yeni doğmuş bir orospuçocuğu kadar masum bakan kedinin bakışlarındaydı umut,
Biraz şarap koktu, biraz da kimyasal karışmış deniz.
Hani kendi halinde herkes uysal, herkes temiz,
Dibe vurana kadar işte.
Dipte herkes aynı, herkes pis.

Kızıl bir kadının tutkulu aşkı vardı bir zamanlar bir yerlerde,
Doğarken yüreğiyle yanmıştı saçları
Attila İlhan ustanın dediği gibi
Jilet yemişti dudakları..

Sarışın bir kadın vardı,
Hızlıca tüketmişti tüm ihtirasları
Ve yüzündeki makyaj gibi
Sahteydi tüm duyguları.
Ojeleri parlak ve kırmızı
Parfümü yoğun
Ve bacakları düzgün.

Esmerdi biri, en iyisiydi
Sarışının tersine, ateşi gerçekti.
Aşkla yaktı saçmalayan bünyeyi,
Ve sevişmeleriyle değil, sevişleriyle kazındı.

Cehennem bir kadının nefreti değil ise eğer
Başka ne olabilirdi ki?

21.05.2012

hoşgeldin ruhum

Vıcık vıcık yağda kızarmış
Delik deşik olmuş patates kıvamındaydı öfkelerim.
Ve ölü diyarlarından seslerle
Ölmemiş olduğum her saniyeyle
Mükemmel gidiyordu bira şişe şişe.
Hoşgeldin biracı ruhum.

Romantik akşamlarımın
Bir o kadar romantik olmayan yalnızlıklarıyla
Sabaha karşı iyi içiliyordu.
Kırmızı gözlerimin içinden değil,
Berduş sokaklarda üşümemek için
Kaybedecek tek şeyi şarapları olan sokak adamlarının yanan özlemlerinden geliyordu.
Ve küflenmiş peynir değil, gökyüzündeki yıldızlar meze oluyordu elimdeki şişeye.
Hoşgeldin şarapçı ruhum.

Müzik, kumkapı meyhanelerinden değil,
Aynı dertten muzdarip iki sarhoşun senkronu bozuk naralarından
Oldukça detone bir şekilde geliyordu kulağıma,
Büyük şehirlerin büyük meyhaneleri sokaklardı halihazırda
Ve o sokaklar çakmak çaksan uçacaktı havaya.
Varsın uçsun
Kimin umurunda ki yanan dünya
Kendini kaybetmiş insana sorsan
Kim haklı olduğu için yaşıyor ki doyasıya.
Bu sefer beyaz leblebi var avucumda
Kralını içmiş devrimci Ata
Birazını da bize bırakmış zaten
İçelim, huzurla ve gurursuzlukla.
Hoşgeldin rakıcı ruhum.

Her şeyden vazgeçer bu insanoğlu ya güya,
Tek bir şey kalmış içinde, insanlığından bu yana,
Keyiflenmeye başlamak için katlanamaması gerek yoğun acıya
İşte o acı, henüz farkında değil ama
Tek vazgeçilmezi olarak duruyor orada.
Acılara dayanırsan deli, dayanamazsan münferit deli oluyorsun.
Yani kaçışın yok,
Siktir et zaten, kaçsan da kovalayanın yok.
Güle güle ezilmiş umudum
Hoşgeldin kimsesizlikte mutlu olan ruhum..

15.05.2012

kadın


Tenin zehir tadında senin
ve ben
intihara meyilliyim.

Ölüm kokan bir kadın kadar
tehlikesiz dudakların var senin.
13 dünya öteden uzanıp
öperdim
ama vücut kıvrımların tekinsiz;

oysa
koyu gri bir Ankara sabahı gibi
huzurluydu ellerin.

Şeytan'ı günahkâr kılacak bakışların
var senin,
sana bir bakışlık mesafeden

her seferinde
ilk günahın
benim.

defter


Bir defter bu

Eskizlerimden
                buhranlarıma benim;

Harfli çığlıklarımdan
         cümlelerde ağlamalarıma...

Bir defter bu
      ve
       defter Ben'im.

4.05.2012

az gördüğüm kadın..

Az gördüğüm kadına, az olmayan kelimelerimle..

Zaman hep az birazdı
Bahaneler çok ve sıradandı
Az görmüştüm suretini..

Yollar uzundu ve gidilecek çok yol vardı,
Beklemek imkansızdı
Az koklamıştım nefesini..

Belkilerle başlamıştı cümlelerim
Belkiler bilinmezliğe yol aldı
Az öpmüştüm ellerini..

Veda etmek gerekti
Ama veda son demekti
Az görmüştüm çekip gidebilmeyi..

19.04.2012

konuşma


çok huzurlu bir yağmur sesinden
bahsediyoruz.

sessiziz.
bir susma mesafesi kadar da
uzağız birbirimizden.

yaklaşsan,
yağmurun kokusu aramızda dururken
oturup kelimeler değişsek seninle...




11.04.2012

imzasız on üç satır


tenine yazı yazasım geldi,
kaleme ihtiyacım yok.

gerçi şu an tenin de yok.

tenin yanımda olsaydı,
birbirimize dolanık,
hafızalar bulanık
yatakla karışık.

sadece bakarak on iki satır yazardım tenine,
on üçüncü satırı imzalardım da hem,

hem
sürekli dokunmasak da olurdu.

yalnız
en azından bakışarak sevişseydik. 

7.04.2012

Azrail'in yüzü beyaz


Beyaz'dan tiksiniyorum...

Ne kadar riyakar beyaz oysa, insanların onu özdeşleştirdikleri saflıktan çok uzakta. İçten pazarlıklı gibi hep. En ufak bir hatayı gün yüzüne çıkartmaya ne kadar da meraklı. Yarı yolda seni terkedeceğine emin ola ola aşık olunan sevgili gibi beyaz. İçten içe nefret ettiğin ama her yolunun ona çıktığı, her zor anında ona koştuğun. Saplantılı, kurtulabilsen daha özgür olacağın bir saçmalık beyaz. Ama kurtulursan yok olacağını sanıp korktuğun...

Her türlü güzellik beyaza endekslenmiş... Tiksindirici bir his oluşturuyor bu midemde. Gerçi benim midem de hassas. Ama ne kadar da iki yüzlü beyaz.

Siyah onun yanında hep mazlum. Toplumdan itilmiş bir yabancı siyah. Ürküldüğü için olsa gerek hep kötülenmiş gibi. Seneler evvel Paulo Coelho'nun Simyacı'sını okuduğum zamanlardan aklımda kalan tek belirgin bir şey var. Çölde yolculuğa çıkacak adama "Deveni sat, bir at al. Develer bir anda ölürler, hiçbir hastalık belirtisi göstermeden. Oysa at, ölmesinden bir süre önce hastalık belirtileri gösterir ve önlemini alabilirsin." diye bir tavsiye...

İşte beyaz bir deve, siyah ise simsiyah bir at en güzelinden.

Gündüz beyaz, gece ise siyah. Gündüz dikkat dağıtmak için en ufak fırsatı kaçırmazken gece insanı odaklar. Gece insan güdülenmesinin baş aktörüdür.

Üstünde çok güzel dururken en ufak bir lekede tamamen seni rezil ederek yarı yolda bırakır beyaz. Siyah ise önlemini alana kadar seni idare eder aynısından bir durumda.

Siyah beyaz fotoğraflarda siyah yine kendiyken beyaz her türlü diğer rengi en emperyalist haliyle sömürür, kullanır ve atar; tıpkı bir Afrika ülkesiymişcesine. Burada Afrika'nın Kara Kıta olmasının ironisi  ise saçma bir acı verir. 

Korkuyoruz siyahtan hep beraber. Ölümden tut her felakete kadar siyah bizde. 1929'un Ekiminde Wall Street'in çökmesi mesela "Black Tuesday"... Bak sen! Kötüler her filmde karanlık şatolarında karanlıklar lordu...

Beyaz eğer matah bir bok olsa WASP denen grup adam gibi adam olurdu zaten. Sırf buradan bile anlaşılabilir beyazın iğrençliği.

Beyaz olmadığı gibi görünen, göründüğü gibi olmayan, herkesi tersine inandıran bir yalancı esasında. Ama yalan her zaman daha kolay sığınmaya. Sıradan insanları kandırıp siyah ile korkutan yine beyaz. Tüm hikayelerde her öcü siyahtır ve karanlıktan gelir. Hikayeler eroindir insan beynine. Bak aslında yine beyaz... Bembeyaz hem de. Ben mesela beyazdan bu nedenle korkarım, uyuşturucudur, büyük bir yalandır beyaz. "Omnes vulnerant, ultima necat" değil aslında "Omnes vulnerant, Album necat" ve hatta "Album aeternalitel tormenta"...

O yüzden hep gece bitip siyah çekilirken gidiyorum yatağa...

Siyah ile korkutuluruz.... Hep çekinilen karanlıktır.

Beyaz ölüm diye bir kalıp varken siyah ölüm yoktur mesela. Siyah hep ölümle, matemle özdeşleştirilir. Fakat Azrail'in cübbesi siyahtır sadece, yüzü ise saf beyazdan bir ölüm...

En güzel ölüm gecede olsa bile ölümün yüzü yine de mide bulandırıcı bir beyazdır...


28.03.2012

karadeniz gibi

Karadeniz türküleri kadar içten
Karadeniz kadar ak
Yağmurları gibi sağanak
Dünyalar yansın dursun
Bizdeki sevda 
Ekmek gibi, kalp gibi sıcak..
Su gibi berrak
Yazdığım rüyalar
Kurduğum hülyalar
Sapsarı, sımsıcak..

13.03.2012

yeniden / hiç olmamış gibi

Uzaklık ve yakınlık kavramlarının
Aşkın yanına bile yaklaşamadını farkettiğim
Ve her nedense
Birkaç duble içkiyle idrak edebildiğim
Yalın, saf ve gerçek dünyaya ait olan
Binlerce duygudan en güzeli olduğunu
Anladığım zamanların ilkiydi.
Ben bu kadar uzun cümleler kurmadan
Bu kadar alengirli yazmadan
Bu kadar hissetmeden biraz zaman önceydi.
Radyodan şarkı dinlemezdim sık sık,
Ama bir an vahiy gelmiş gibi
Elimde bir şişe şarapla
Ya da bira da olabilir
En kolay bahanedir değil mi
Sarhoştum hatırlamıyorum,
Neyse konu o değil
Ne diyordum
Elimde bir şişe içkiyle
Radyoyu açtığım saniyede
Şimşek gibi çaktı şarkı
Bütün notaları ve ritmiyle..
Yaşadığımı hissettiğimi pek anlamayan adamdım
Yılmaz Erdoğan şiirleri gibi
Her cümleye "ve" ile başlar
Ve kolay kolay sonlandıramazdım.
Ve bu ilk kez oluyordu
İlk kez çalan şarkı
İçimde dalgalardan kurtulmuş
Ve kendini bir limana atmış
Tayfası olmayan, kaptanı olmayan
Tek tabanca çırpınan takamın
Jenerik müziğini oluşturuyordu.
Heyecan, serserilik ve kısmi delilik
Hiç olmadığı kadar yakın duygular oluvermişti.
Belki ilkti, belki tekti.
Dedim ya sarhoştum
Bahanem hazırdı
Oysa yalandı, bahanem yoktu
Korkütük aşıktım
Ve bahanelere ihtiyacım bile yoktu.
Mutluluğun sonlanmadığı dünyamda
Cümlelerin hiç şansı yoktu.
Ben yazdıkça yazasım
Konuştukça konuşasım geldi.
Ve ilkbahar, ilk kez bu kadar güzeldi.
Ve "ve" ile başlayan cümleler
Hiç olamadığı kadar içtendi..

Benim adım attığım her nokta,
Her nefes
Sen kokuyordu artık..
Bitmesini asla istemeyeceğim bi his,
Ve artık biliyordum ki
Yaşamak sırası bizde..

12.03.2012

mıknatıs


beni içimden tutup
içine savuruyorsun...

saçını attığın gibi
sağ yanından sol tarafa

ve kafanı kaldırıp
kalabalığın arasından
gözlerinle usulca
beni bulduğunda...


8.03.2012

aşk-0

Kendi yazdıklarını okumak istemeyince anlıyorsun bir şeylerin yolunda gitmeye başladığını çocuk. Artık eski, kırık, umutsuz bir anı aklına dahi gelmediğinde, o şarkıların hiçbiri artık başka diyarlara sürüklemediğinde seni fark ediyorsun, yeni bir aşkı. Suratında önleyemediğin ve önlemek istemediğin şapşalca bir sırıtma ve kalbinde komşuları rahatsız edecek şekilde bir gürültü var.

Bölüştükçe büyüyen nadir şeylerden olan sevgi var, ve sen onu paramparça ediyorsun, her parçalanan daha da büyüyor. Eninde sonunda o bütün kocaman sevgi parçaları aynı noktada birleşiyor. Enikonu aşk deme çocuk, belki de değildir, bilemiyorum. Beyin kalbi tercüme etmeye çalışıyor mütemadiyen, ama kalp beynin hiç bilmediği yeni bir dilden konuşuyor. Kan, damarlara hunharca pompalanıyor ve mutluluk hormonları benliği sarıyor.

Kötü alışkanlıklar artık sana hakikaten kötü geliyor. Bırakıyorsun çat diye içkiyi dumanı. Canın istemiyor ki. Hep derdinde, kötü anında sarılmışsın onlara, artık kötü anın da olsa sarılacak daha güzel bir şey var seninle. Aynı yolda yürüdüğün, aynı yere baktığın, aynı hayalleri kurduğun biri.. Ona baktıkça geleceğe baktığını görüyorum. Huzura baktığını, ve çocuk sana itiraf edeyim, ben senin bu bakışlarını hiç bilmiyorum..

28.02.2012

belki

belki
cümlelerin ve hislerin yetişememişliği
duyguların ezilmişliği
ve olasılıksızların yetisi,
belki..
görünüşte beş harf
ama anlamı sürekli
bir sonuca varamamanın eşiği
umudun goncası
orkidelerin çaresizliği..
sevebilme gerçekliği, ihtimali
yaşanmışlık;
ve bekli bir gün gerçek olabilirliği..
belki seviyorum seni,
belki geceler eskisinden kısa
belki anason eskisinden hafif
bilemiyorum
belki seni düşünmek kadar güzel hayatım.
belki beraber uyumak
dudaklarından değil
yanaklarından öpmek kadar samimi..
belki gece karanlığında sokulmak
ve şikayet etmeden rüyalara
senin kokunu soluyabilmek..

belki aşık oldum sana
ama belki hepsinden kısa
ve hepsinden belirsiz ala,

belirsizliğin doğasında;
masallar aşk,
hikayeler gerçek aslında.

27.02.2012

gözyaşı

damlayınca sayfaya anladım,
düşen benden bir şeylerdi.
yakalamaya çalıştım,
tutamadım...

sayfanın çizgileri arasında kayboldu,
izi kalmıştı yalnızca.
götürmüştü giderken sırlarını,
bir damla gözyaşı...

15.02.2012

Erotizmin Kısa Tarihi


nefesin ensemde
bir saniye önde dudaklarından
ve yine bir saniye yavaş göğüslerinden...

14.02.2012

g.k.h.o.


Ilık bir havanın altından
daha alçaktan,
ılık perdeden bir yağmur.

damlalar yere ulaşmadan
aklıma sen düşüyorsun

ah,
bir de koku,
yağmurun değil de
senin
ve içime,
en derine işlemeli bir güzel koku.

sonrası gözleri kapatmalı
hayal otu...

9.02.2012

mürebbi sohbeti

gelecekten bir günü görmek ister
bir pür-i fani

bırak ne olacaksa olsun der
bir mürebbi

hasret çekmek zor der
bizim fani

hasret çekince güzeldir der
o mürebbi

lakin canım yanar der
aşk-ı fani

canın yanıyorsa ala aşıksındır der
katl-i vacib' ül mürebbi...

8.02.2012

Sen'in Gramerine Giriş


bazen geceleri
seni düşünürüm

dudakların gözlerime tutulup
ellerin ellerime
gizli özne.


6.02.2012

Ötesi


Seni dinliyorum.
Kalbin sağdan çığlık çığlığa
ve kelimelerin de soldan usulca.

Seviştiğin gibi konuşuyorsun sen,
dosdoğru.

Kasıklarındaki çıkık kemikler kadar
çok seviyorum seni

ve ötesi...

29.01.2012

kem-küm

yazdıkça yazasımın geldiği ilk zamanlardı galiba.
çocukluk damarlarda şimdikinden fazla geziyordu
ama farkında değildim..
keşke olabilseydim.
bir keresinde ben maça valesi, sen karo kızı olmuştun
beş harfli fallar bakmıştım.
bir şarkı dinlerken
o ben olsaydım demiştin
ya da dediğini varsaymıştım.
ne fark eder?
ben çocuk olmadığımı düşünürken o zamanlar
nereden bilebilirdim o günlerdeki saflığı
bozulmamışlığı, içtenliği
bir daha hiç bulamayacağımı..
hiç rakı içmemiş
hiç samime sanay dinlememiş,
hiç aşık olmamış,
hiç kafam bulanmamıştı..
bir gece
bir ateşte yakınca 15 şiiri,
bir ateş de bende yandı..

durmaksızın samime sanay dinleyebileceğimi anladığım zamandı,
ve rakı bir daha hiç o kadar acı olmadı.

27.01.2012

13 kala


Geçerken önünden hayatın
uğramıştım sana
öyle bir dakikalığına;

avucumu öptün,
o an
öyle
kaldım,
dondum sana.
Güzel,
çok güzel
döndüm sana
ve de
çok güzel gülümsedim
elbette.

Ben
zaten
hep
çok güzel gülümserim
sana
ki
sen de
gülümsedin
tam
göz bebeğimin
ortasına.

Biraz bekledik,
- akşama kadar falan -
deliler gibi
seviştik
sonra,

en derinin
en gizli hücrelerime
13
kala.


21.01.2012

Öz


Yağmurla su gibi
                 Öz'ü aynı...

ve tenindeki ter
                damlaları da
                        ayrı...

17.01.2012

yin yang


Yin'in içinde Yang,
Yang'in içinde bir parça daha fazla Yin

birlikte özgür
ve iç içe
hapis gibi
ve
her şekilde de
tam.

Görüntüde iki parçalı
Gözlerini kapatınca
bir bütün;
ölümle yaşam değil
iyiyle kötü hiç değil
ama iç içe işte,
seninle nefes
loş bir ışıkla çıplak bacağın
ve de
benimle ben gibi.

The Night in White

Grohl'un Miss the Misery deyişiydi geceyi başlatan. Saatin kaç olduğu değil, benim geceye ne zaman giriş yaptığımdı belirleyici olan. Loş ışık altında ruhum uyuşmuş yatarken bedenimle ayağa kalkmasına iddiaya giriyordum bile.

Boşalan Efesler'in ardından viskinin geleceğinin umuduyla daha da dalıyordum dibine siyah tombik şişenin. Tombik şişenin büyüsünü bir türlü çözemedim. O kahverengi cama bakınca almamak günah gibiydi. Başka şişelere yönelmek ise bir aldatma seramonisi. Değişen kahverengi şişeyle Grohl yerini John'ın Don't Forget Me'deki efsane oluşlarının Madrid, Slane Castle ve dünyanın başka yerlerindeki versiyonları alırken müzikal bir orgazm yaşama seansında ayağa kalkma iddiasını kazanamayacağım pek bir belliydi.

Ayağa kalkmak fikri Carl Orff'un Carmina Burana'sı kadar korkutucu olsa da bir Olafur Arnalds huzuruna erişim için gerekliydi. O huzurun kapsama alanı dışında kalmaktan korkmak gibi biraz, biraz Carmina Burana'yı gerçekten çok sevmekten... Camı açmayı unutmaktan belki de. Camı açsam mutlaka Vivaldi'nin Four Seasons'ının Winter kısmını açardım zira. Dışarısı bembeyazlarla giyinik, soğuk bir atkıya sarınmış...

Lucky Strike'ın Türkiye'deki versiyonunun üzerinde "It's toasted" yazmaması kadar hüzünlü bir yandan da Carmina Burana; korkutucu olduğu kadar.

Versiyon ne kadar boktan bir laf aslında.

Dumanaltı odada, dumanın altı bir havada, dumansız bir kafada.

Sadece günün 48 saat olmasına, içtikçe boşalmayan bir Jack Daniel's şişesine, ruh halimi anlayarak kendiliğinden çalan müziğe, bir parça da hiçliğe düşmeye ihtiyacım vardı. Bunlar olsa kolaydı. Aksilik bu ya, evde gerizekalı bir şişe Ballentine's vardı.

Aniden son izlediğim filmden bir replik; "It's not worth much if you can't face yourself in the mirror. Respect is the ultimate currency." diyor... Hemen ardından da ekliyor: "Inevitably, the further you run away from your sins, the more exhausted you are when they catch up with you... Certain... It will not fail."

Oysa günahlarımızı kucaklayabilsek, çok daha mutlu olurduk. Biranın son damlası işte bu söze denk geliyordu tam da. Ben de kalkıp viski şişesini kucakladım. Yaratıcılık tam da ihtiyacım olan şeydi ve geçmiş tecrübelerim onu şişenin dibinde bir yerlerde bulacağım konusunda beni teşvik primine boğuyorlardı.

Viski, Strauss'tan Chopin'e uzanan yumuşak bir yoldu aslında. Sadece hepimiz onu ya Mozart'tan La Marriage de Figaro sanmıştık ya da Tchaikovsky'den 1812 Overture'un finali...

Chopin demişken; Cimetière du Père Lachaise'deki mâbedi dahi nasıl da notaları gibi serinkanlıdır. Soğuk bir Paris gündüzünde ya da güneşin yağmurla Waltz in C Sharp Minor op.64, 2 eşliğinde zarifçe dans ettiği bir Temmuz akşamüstünde ziyaret edince neredeyse melodisini  duyabilirsiniz.

Gecenin bitişi de günün ilk ışıklarının aç gözlülükle saldırmasına değil, benim geceyi bitirmeme bağlı... Ve gece diğer gece başlayana kadar asla bitmiyor.


16.01.2012

sondan başlangıç

iki duble gibi başladı aslında,
buzu tam erimemiş, suyu tam karışmamıştı.
dudak alışmamıştı...
önce acı geldi, sonra sıcaklık;
bir kadının ilk öpüşü gibi
tutkulu ve zarif.
ilk duble gibi başladı.
ağızda kokusu yoktu daha,
ve duruyordu tamdan biraz eksik şişe
umut gibi,
bütün heybeti ve ihtişamıyla.

acı gibi,
acı sanki huzur gibiydi,
ironikti..
büyüdükçe büyüdü yudumlar
hayaller gibi,
dil alıştı, dudak uyuştu
kadehler kavuştu..

adı rakıdan, yolu hayattan geçen
onca şiirden biri olmaktı amacı,
boynunda ilmik
karşısında darağacı,
altında sehpa.
ha düştü ha düşecek;
kafasında kurduğu dünya
ha değişti, ha değişecek
ve gözlerinde sıcak gözyaşları
ha süzüldü, ha süzülecek..

bazı hikayeler gibi,
ha bitti, ha bitecek..
çek sehpayı
nefes
ha kesildi, ha kesilecek..

14.01.2012

orantı

Seni seviyorum;
kalp atışlarınla doğru orantılı,
kalp atışlarımla eş adımlı
ve de
bol
ışıklı

Seni seviyorum;
ellerinin sıcaklığıyla
ters orantılı,
iyi ki ters bu orantı
çünkü
ısınmak için
Hep
bana uzanıyor ellerin.

Isım ısınla ters
tenin tenime
Tek
orantılı.