28.12.2011

melankoli buhranı

Ellerim titriyor bazen, gözlerimde bir sızı var. Dudaklarımı ısırıyorum, kısıyorum gözlerimi. Zoraki nefes alıyorum. Ona dahi gönülsüzüm. Belli sıkılıyorum. Demek ki hâlâ beklenti içindeyim bu ömürden. Elde ettiğim her şey, yeni istekleri doğurmadı mı bunca yıldır! Neden hâlâ istemekle meşgulüm. Ne istediğimi de pek bilmiyorum aslında. Ayaklarımı oynatıyorum. Alt dudağımı üst dudağımda gezdiriyorum. Tırnaklarımı kemiriyorum sık sık. Telaşlıyım. Hep telaşlıyım. Soluklanıp, dinlenip, bir şeyler beklemeden, hiçbir şey istemeden gelecekten, öylece var olabilsem. Bakın yine istiyorum. Kısır döngü bu. Bu dünyadan kopamam, ama elimi eteğimi biraz olsun çekebilirim değil mi! Böylece rahatlarım belki. Göğüs kafesimi dolduran hüzün, yıllanmışlık, telaş, korku ve yorgunluk karışımı şu sıkışıklık nasıl gidecek bilmiyorum.
Terliyorum bu günlerde, üstümde uçuşan tozları görüyorum bazen. Onlarda bile benimki kadar derin bir amaçsızlık sezmiyorum. Bazen mutlu oluyorum. Ama o kadar kısa sürüyor ki şu an hatırlamam bile mucize sanki. Mutluyken sanki görünmez kara bir el beni hüznüme, beni melankolik alemime doğru çekiyor. Farkına varamıyorum çoğu zaman. Bir bakıyorum yuvamdayım, vatanım burası sanki. Midye kabuğunda biriken bir tortuyum. Dünyam denizim benim, kaçıp sığındığım yer midye kabuğum. Yıllar beni belki de kimsenin asla keşfedemeyeceği bir inciye dönüştürebilir en fazla. Kabuğumun içinde nazlı nazlı parlarım. Bir gün biri kazara keşfederse bile beni, en fazla denizin dışındaki alemde, bileklerde, boyunlarda, parmaklarda başka gönülleri eğlendiren bir soytarı olurum. Aaah! Neden böyle oldum, ne zaman başladı değişim, bilemiyorum. Bir gün uyandığımda bu halde değildim elbet. Ama hiç de farkına varmadım bu değişim sürecimin. Bak bak yüzüm buruştu yine, sağ elimin başparmağıyla gözlerimi ovuşturuyorum. Her neyse, sıkıldım, uyuyorum.

21.11.2011

hep, tek, az


seni özlüyorum bilirsin,
sadece seni düşündüğümde
kalbimin bağımsızlığını ilan etmesi kadar
ve duraksamadan
çekinmeksizin.

bunca zaman bekledim seni,
hep.

bunca zaman beklediğimi biliyordun,
farkında olmadan
alta alta sana yazılmış satırlarla
geliyordum sana.

sadece sana yazılmış,
tek.

seni seviyorum biliyorsun,
ama çok değil.
çok sevmek kolay.

ben az sevdim seni,
a'dan z'ye
27 farklı dünya geçip de
geldim sana.

çok ama çok az sevdim seni,
az.

ben sana meczubum
akıldan da geçerim senin için.


15.11.2011

rodrigo yazdırırsa..

doğumgünü son baharda
baharın sonunda
kendi baharının sonunda..
idama gider gibi,
önünde iki şişe viski,
doğumuna gider gibi
ölümüne gider gibi..
rodrigo'nun konçertosu
çalar ölüm güzel gibi
ıslıklar çalar
gözler deniz'i görür gibi..
gözlerin dolar mayıs gibi
kelepçe kalbindeymişçesine..
ızdırap gibi
boşluk gibi
eksik birkaç ardı arkasına nefes
ve sükunet gibi.

rodrigo,
tıngırdatırken gitarın tellerini
gitar teli değil, gitar deli
tel değil,
damar gibi.
kalbi çalar aslında
bir açıklaması vardır elbet
bu acımasızlığın eninde sonunda..

zahiri

zahiriydi,
baktıkça baktı ama fayda etmedi,
zehir gibiydi.
hemen karıştı akıla, eritti benliği.
zihin bulandı,
düşüncelere dolandı
zat bunaldı,
kalbi gevşetti, yetmedi.
zemheriydi,
kemikleri dondu, kanı soğuktu.
zifiriydi,
üzüm karası gözleriydi.
keman yayı kadar inceydi teni
şarap fıçısındandı kalbi sanki.
bir delindi, pir delindi.
mayhoşluk geçiciydi
lakin bulanık dünyadaki
zahiri imgeleri
hiçbir zaman geçmedi.

12.11.2011

tek


İki gönüle iki satır fazlaydı aslında
ben, zaten ilk tek satırda çok sevdim seni...


10.11.2011

rakının dedirttiği

Dostlar konuşadursun
Sevdanın inceliklerini,
Yürek yanadursun
Herzamanki hisleriyle.
Tavsiyelerle öğrenir
Zavallı bünye.
Alkol elçi olur
Dertlerin dökülmesine...
Radyoda çalan şarkı
İnce belli, yüzde elli alkol içeren
Ve bana masum masum bakan
Bardağa yönelir,
İçtikçe içesin gelir...
Zaten dostlar doğru ve acı söylemektedir.
Sevgi doğru, hayat yalan derler,
Yürü, doğru kalbindedir derler,
Çıkar bir reis,
Gerçeği söyler
Belki yıkar umutlarını
Belki kırar sevdanın dumanını
Ama reis doğru söyler.
Düşünür bu zavallı bünye;
Haklı bulur yüzde doksan ihtimalle
Reis sorar dertli dertli
Dostlar konuşur kederli,
Bir bu kadar daha kalmıştır şişenin bitmesine
Bardak bana bakar, dostlar konuşur.
Tecrübelilerdir belki de, kim bilir?
Acılarını düşünürler,
Kendi başlarına gelenleri düşünürler...
Saygı, sevgiye karşı galip gelir,
İz bırakanlar çıkagelir...
Reis doğru konuşur yine,
Sevda, farkındalığın ötesindedir.
Mantık sıfır, sevda birdir tabelada...
Şair biraz dinler, biraz da içer.
Kalem ve kağıt kurtarmaya çalışır onu,
Çünkü o, dermansız dertleri bulur:
Bir hıçkırık kadar kısadır sevda
Ve bir ömür kadar uzundur...
Sevda yaşamaktır,
Sevda eğlenebilmektir belki de...
Bünyedeki promil artarken
İçten olabilmektir.
Mevsim belki zemheri,
Ama bilir ki şair
Ötesi bahar
Ötesi sevda mevsimi...

8.11.2011

Koku


bazen,
yazılmış mısraların
seni sana anlatması
hayat.

bir ekrana kilitlenip
gülümsemeni durduramamak
biraz da...

heyecanlanmak bolca da.

dilinin ucuna gelen bu heyecanı
bir parça güzel gülümseme
ve
uçsuz bucaksız çarpıntılardaki kalbinle
söyleyememek...

çoğu zaman
içinin,
o an orada olmayan bir kokuyla
titremesidir de
o an o koku orada olmadıkça.

Ah,
bir de
Minik elli bir kadın
sınırsızca;

ve
O'nu özlemek durmadan,
hep,
umarsızca...

27.10.2011

"Az" sevdiğim Minellika


ben seni ne kadar,
ne denli, ne çok sevdiğimi
anlatamıyorum ya
ona yanıyorum...

senin her hücreni tanıyorum
minik elli kadın,
seni her hücremle sevdiğimden mütevellid.

tüm vücudunun her bir kıvrımını,
her mimiğini,
ruhunun her zerresini
severim,
sonu yok...

devamı gelen
üç noktalarla sevdim
başı yok.

duracak yer bulamadan
seviyorum
ve böylece
ortası da yok.

şimdiye kadar sana söylediğim her söz,
senin için yaptığım her şey,
sana olan her bakışım,
dokunuşum,
sevişim,
öpüşüm,
içimin titremesi;

sana sevgimadına hissettirebildiğim her şeyi
al topla,
şimdi sonsuzla çarp
o kadar "az" anlatabiliyorum yani.

seni gösterip karmaya
"burası sabit kalsın, gerisini karmaya devam et karma"
diye sarhoş bile değilken haykıracak kadar az.

yalnız bu benim seni çok özlemem
büyük sıkıntı.

çok özlemek derken,
o da
... gibi,

"az"
...

22.10.2011

Sen benim rakısız sabahlarım kadar günahsızsın


Rakıdan geçmeyen hayatlar
biraz eksiktir,
bilirsin...

Güne anason kokusuyla
uyumamış,
geceyi hiç bitirmediği olmamış insanlar
söken şafaktan
korkmazlar bizim kadar.

Anasona şiir yazmamış insanlar
günahlarının farkına
beyaza karışmışlar kadar
varamazlar.

Sen de benim kadar
günah işledin belki
ama bilemezsin;
sen hiç iki insan arasına
en içten bir köprü gibi kurulmuş
bir masanın ucuna
düğüm atmadın ki benimle.

Şafaktan korktun mu kıyasıya?

Günahsızım sanıyorsun ama
Sen benim rakısız sabahlarım kadar günahsızsın
ve
anasona uyanışım kadar
günahkar...

mini manifesto


diline söz geçiremeyecek kadar yoğun yaşayanlar
kaleme vurulur, kağıda tutulurlar

ince bir mum ışığında
usulca

yazmaya tutkundurlar
konuşamayanlar...

bazen 4 beyit, 8 mısra
mini manifestoda.

hep


minik bir kadın
minik bir çift el ile
ve kocaman,
güzel bakan gözlerle
aynı zamanda
yakan dokunuşlarla
biraz da
döne döne kavuran
bakışlarla;
yumuşacık dudaklar
ve hayat veren
öpücüklerle;
bolca sevmelerle
sadece var oluşuyla
mest etmelerle

kuğu gibi güzel
ve ışık gibi parlak
-düzeltiyorum
ışık onun kadar
parlak-;

güzel bir kadın
her şeyiyle
dünyamın
tam ortasına
doğdu.

zaman da O'nla dondu...

13.10.2011

Bugün 13 Ekim


Bugün 13 Ekim...

Bugün uyuyamıyorum ben.
Bugün durup durup bir anda gözyaşımla
kah gizli kah apaçık görüşmeler yapıyorum ben.
Bugün içiyorum biraz da,
ağlıyorum da bolca...

Bugün 13 Ekim,
her 13 Ekim'de olduğu gibi lanet ediyorum ben...
Yağmur yağsın diye dua ediyorum.
Bugün 13 Ekim, yalnız başıma ağlamaktan korkuyorum ben.

Bugün, 13 Ekim, çok yalnızım ben.
Bugün daha çok imla hatası yapıyorum yazarken.
Elim daha çok titriyor yaşarken,
kalbim daha çok korkuyla doluyor bugün.

Bugün 13 Ekim,
13 Temmuz'da başlayan hikayemin
kısa sonu bugün.

Bugün duvarları yumrukluyorum ben,
Bir işe yaramayacağını bile bile
isyan ediyorum ben.

Bugün 13 lanet Ekim,
Bugün hastaneleri daha da çok sevmiyorum,
Bugün İzmir'den tüm kalbimle
daha da
Ölümün'e nefret ediyorum.

Bugün,
hiçbir işe yaramayacağını bile bile
en küçük yapı taşlarına bölüne bölüne
derimin öteside ruhumu yırta yırta
isyan ediyorum ben...

Bugün 13 allah'ın belası Ekim
Boşalıyor bir anda beynim,
kontrolsüz ellerim,
yorgun ve çaresiz gözlerim
ve de kelimesiz kalbim
en hissizimdeyim.

Bugün 13 keşke olmasaydı Ekim,
durup durup küfrediyorum.

Bugün 13 nolur 5 sene ve 1 hafta önceye dönelim Ekim.
Bugün çok pişmanım Ekim,
Bugün neden elime o telefonu almadım Ekim.

Bugün 13 allah her şeyin belasını versin Ekim,
Bugün hiç kimseyi sevmiyorum ama tek birini Ekim,

Bugün donakalan nefesimi vermiyorum
ama vermeyi gerçekten çok istiyorum Ekim.

Bugün sesli ya da sessiz
ama bağıra çağıra ağlıyorum Ekim.

Bugün simsiyah bir günü yılın.
Ne kadar ağlasam da yetmeyecek bir gün bugün.
Geri dönmeyecek bir gün bugün.

Kokunu o kadar özledim ki
günü bugün,
ellerini, yanaklarını, sesini
sarılmanı sevgini,
bugün Sen'i çok özledim günü...

Bugün,
elimde olmadığını bile bile
"elimde olsa seni geri getirirdim"
günü.

Bugün kalbimin kırıldığı değil
yok olduğu günü.

Bugün deniz gören bir mezarın
üzerine kapanarak
uyumayı isteme günü...

Bugün kapanmayan gözleri kapama günü
yavaşca
kendi ellerimle...

Bugün ılık yanakların hafifçe soğuduğu
hayatın dudakları terkedip
usulca morarttığı
Azrail'i görseydim
o orakla onun kalbini ben kendi ellerimle sökerdim günü.

Bugün 13 o kadar bitkinim ki Ekim...

Bugün sen yine yoksun.
Zaten bugün sen 5 yıldır yoksun.
Bugün olmasa ne olur
Sen tam 5 yıldır yoksun.

Bugün yine seni her gün olduğu gibi çok özledim günü
Bugün her yıl olduğu gibi diğer günlerden daha da çok özledim seni günü.

Bugün keşke olsaydın günü.
Keşke ben ölseydim, yemin ediyorum umrumda bile olmazdı günü.

Bugün biraz bencilce olsa da keşke sen beni gömseydin günü.

13 Ekim,
öl fiil kökü üzerinde
kelime türetmeye
korktuğum gün.

13 Ekim 2006 kadar olmasa da
takvime koyması keşke unutulsaydı günü.

Bugün 13 Ekim,
Sen'siz 5. yılın dolduğu gün

ve ben çok ama çok acı çekiyorum.
ve ben ama çok ama özlüyorum.
ama ben ve çok ve daha da seni çok her geçen gün seviyorum.

Karşımdaki resmine gözlerimi kaldırıp
bakamadığım bir 13 Ekim bugün.

Ne olur geri gel...
Lütfen...
Ne olursa olsun
geri gel...

1 dakikalığına da olsa...
Babaanne,
beni kırmazsın sen,
lütfen. 

Dörtleri Beş yap


Aşağıdaki şiiri geçen sene bugün yazmıştım... Gözüm kararmış, elim yanı sıra kalbim titrerken... Kalbim titreye titreye ağlarken... Seneler geçse de, yazdıklarımın geçerliliği geçmiyor. Böyle de olması gerekirdi. Babaannem'e yazdığım bir şiir zamanı, zamanın tüm silahlarını yok edebilmeliydi, yenebilmeliydi...

Şimdi bu şiirdeki gördüğüm tüm 4'leri 5 yapıyorum. Seneye ne yazık ki 6 olacak. 7 olmasını da engelleyemeyeceğim... 8 olduğunda da ağlayacağım salya sümük... 9 olmasını engelleyebilececk bir güç de yok. Çift basamaklı sayıların eziciliği de gelecek. Ama şiir kalacak... Ben kalacağım, ta ki tuttuğum nefesi bırakana kadar havaya, sana...

Ne güzel kadındın sen Babaanne...

Seni seviyorum, en Son Nefes Sızısı'nda...

Sızısı temmuzdan başlayan bir acıyla düşersin aklıma

Senelik ölümümün gerisayımının başlangıcında
13’ünden 13’üne 3 ay boyunca.

Bir sigara dumanı
ağıtı bu.

bir parça toprağın odamdaki
hareketlenir her sene doğumumda,
ölümünle durur
ölümüm olur.

Ben her sene 3 ay yaşarım
Doğumumdan ölümüne.

hani…
sessizlilte
bir nefesle
çıtır çıtır yanar ya sigaranın kağıdı,
o misal yanarım.
3 ay her gece
ve her gündüz
ve bir de her saniye.

aklımda tek kelime
özlediğim.
Havaya değil
ama
sana söylemeli bir kelime,
dünyadaki en güzel hecelerle…

yerçekimli bir dünyada
ayakları yere basmayan,
uzaydan daha geniş,
havadan daha saydam
bir sevgiyle
ve melodik bir sevgiyle hem de
ve çok
ve uçsuz
hem de bucaksız
çığlık çığlığa
ama nefessiz bir çığlıkla
karanlığına daldığım
gecenin koynunda
sabahlara kadar sevdim seni.

4 yıl evveldi
Öldün.
Son dokunduğum sana
ve
son aldığım nefes de
aynı zamana denk gelir.

Bilir misin
4 yıldır tutuyorum nefesimi.
bırakınca
sana düşeceğim.

ben 3 ay gözyaşlarımla
susuz kalırım her sene
kuruluktan çatlamış dudaklarımda
tek nefes,
birleşik bir kelime…

babanne.










8.10.2011

Tekrardan Tekrarla


Bir garip böyle, hayat
böyle bir ilginç
şaşırtmalı falan.

keyfi gelirse biraz da filan.

biraz şaşırtmacalı
ama mutlu hayat
elinden geldiğince de rahat

ah
senin ufak bir gülümsemen kadar
tasasız
ve umarsız da olabilseydi hayat...
derken
düşüncemden yüzüme yağdın
yığınla gülümseme olarak.

gözlerimin içindeki parıltıda kaldın
ağzımdan döküldü ismin.

ismin diyorum,
ismini benim kadar güzel kimse söyleyemez.

çünkü güzel kadın
adının dudaklarımdan dökülmesi
hoşuma gidiyor.

varoluşunla
varolmak gibi

tekrarla, tekrardan, tekrarla...

7.10.2011

eşitiz

madem eşitiz,
üşüyorum güzelim
ceketini koy omzuma
bir sürpriz yap bana,
el ele tutuşumuzun
26. gün dönümünü unutma.
babamdan iste beni,
bana bak bir ömür boyunca.

madem eşitiz,
evime kadar bırak beni, korkarım.
mangalı sen yak,
salatayı ben yaparım.
şu iki poşeti de sen taşı,
hele aç bakayım şu kapıyı,
kaprisime katlan, yersin afray tafrayı.

öncelikte gözüm yok,
çocukları anlarım da
sen niye benden önemlisin?
varsa tehlike işin ucunda
benden evvel gidemezsin.

madem eşitiz,
bu sefer hesabı sen verirsin,
işine gelmezse
nafakayı silersin.

Rönesans


Karanlık içinden
hem de sonsuz ve kuytu
biraz da çekingen bir karanlığın.
Işığa gel,
ve yavaçca çek beni de...

Sonra sadece ol.
Sessiz bir saniyeden
Rönesans bir gülümsemeye kadar
sadece ol.

biraz da dik gözlerini
biraz alevli,
bir parça da ateşli...
Huzurlu bir tutkuyla
Önce ol, sonra bak.

Öyle ki
ya sev beni
ya da
öl!

4.10.2011

var-dı

beyazdı karanlık
bir keresinde,
ses gitti,
yankı kaldı öylesine.

içi boş harfler vardı,
bir araya gelmeye çalışıp,
hiçbir şey yapamamış
insan sürüleri vardı.
göz sürmeleri vardı
kalem siyahtı,
mürekkep akmadı
hayat ziyandı,
zaman akmadı,
feryat figandı,
duyan olmadı.

sigara tutuştu
damarlar kedi gibi uyuştu,
bir seferinde
beyazdı karanlık,
ince ince işlenmişti
uzayın derinliğine..
kayıp şehirler vardı
kayıp düşenlerle dolu.
zihinleri yandı.

içi boş harfler vardı.
toplandılar,
içi boş insanları anlattılar.

her dedikleri doğruydu
kelimesi kelimesine..

3.10.2011

Sen tam bana göresin


Sen tam bana göresin.
Gülüşün bana göre;
Yumuşacık, hayat dolu
dudakların da...

Sonsuza doğru akan
bakışlarınla
ve
usulca
"ya sev beni
ya da öl" dediğimde
yüzümü ateşlere atar gibi
minik iki güzel avucunun
içine almanla...

Sen tam bana göresin
Tutku kitabının
Tek sayfaya yazılmış
en kalın kitabı kadar
net!

Sen tam bana göresin,
Çünkü öylesin.

ve Sen tam bana göresin;
biliyorum sonum ne olacak
ve korkmuyorum ki sen tam bana göresin.
Zamanlaman bana göre.

Hazırım biliyorum,
tenine,
tinine...

Çünkü
Sen tam bana göresin.

ya sev beni ya da öl

Aşk de ya da sevgi... Anlatılmaz olan dersin belki de... İnsanın hissettiğini ifade etmek için bulduğu başka bir sözcük dökülsün ya da dudaklarından istemsizce. Belki de istenç ile.

Bir şey var ki, gerçekten o duyguyu "saf" hissediyorsan; hatta şu şekilde ifade etmeme izin verin "safkan formunu" hissediyorsan o duygunun... Dikkat edersen safkan diyorum. Daha nasıl özüne inebilirim ki...

Hah işte öyle isen, ki öyle derken hadi aşık isen diyelim çünkü Aşık benim soyadım ve soyadımı seviyorum her neyse, yani Aşık isen; yapmayacağın tek şey arabeske bağlayıp "sen mutlu ol bana yeter" kalıbını söylemektir otomatik portakalmışcasına... O duyguya en yakın, en safkan haliyle yaşayan insan, gerçekten yaşayan insan diyorum yani, içindeki "ben" duygusundan o kadar kolay arınamaz. Karşısındakine belki her şeyi hissetmiş ama asla tutku hissedememişlerin kendileri başta olmak üzere bulundukları yerden üç kilometre yarıçapındaki alanda bulunanları kandırmalarından başka bir şey değildir. Bunu diyebilen insan, karşısındakine ne kadar tutkuya dair kelimeler sarfetsin, ona tutku duymuyordur. Tutku duyduğun O gelince anlarsın zira. Tutku bambaşka. Belki hissettiklerini bir üst seviyeye çıkaran bir karıştırıcı, kışkırtıcı...

İşte gerçekten hisseden, tutunan, deliren, tutkudan ruhunun en gidilemez yerleri her lahzada son bilmeksizin yanan insan ise bencildir bir büyükcene parça. Kendi sevdiği gibi ister karşısındakinin de kendisini sevmesini. Çünkü bilir ne denli sever, ne denli tutku doludur, sevmekle parçalamak arasındaki ipince çizgi valsindedir ve bu valsi yaparken saniyeler çeşitli yüzyıllarla eş değer uzunluktalardır. O, tutkuyla kıskanır, bu yüzden rahatsız edici, mantıksız kıskançlıklar yapmaz. Sıkıcı kıskançlık takıntılı ve kendine güvenmezlerin işidir. Tutkunun kıskançlığı ise sevdiğinin kendi yanında olmadığı her saniye alev alevdir. Sevdiği tek başına bile olsa başka yerdeyse tutkunun kıskançlık kitabı açılır, her satır defalarca okunur. Zaten tutkunun kıskançlık kitabı kalıncadır ama tek bir cümle yazar: "Seni yanımda istiyorum." Tek bir sayfaya neredeyse kanla yazılan tek br cümlenin en kalın olduğu kitap tutkunun kıskançlığıdır.

Böyle insan tutkuyla sever.

Ve bir saniye için bile olsa karşısındakinin böyle olmadığını düşündüğünde... "Sen mutlu ol", "sana bundan sonraki hayatında bensiz olsan da mutluluk diliyorum" demez, diyemez. Diyebiliyorsa zaten ayrı olmaları gerekir. Tutku yoktur zira ortada. Bu ve türevi iyi dilek lunaparkları ancak tutku içeren bir aşkı saf olarak hissetmeyenlerin parkıdır.

Tutkusuz aşk yarımdır da...

Gerçekten tutkuyla baktığının kendisinden uzağa gitme ihtimalini ise bir saniye dahi düşünse insan; en derininden, tüm içinden gelen ve asla durduramayacağı ve zaten durdurmak istemeyeceği bir cümle gelir. Çenenin neredeyse elmacık kemikleri ile vuslata ereceği bir diş sıkma töreninin arasından usulca tıslar... Nefrete bir adım kala... Ama tutkuyla...

ya sev beni
ya da öl!

1.10.2011

Yağmur Ninnisinde Beşik Şiirleri


birden,
durup dururken,
hiçbir yerden
ama hiç olmayan hiçbir yerden
gecenin ortasında bir hiçbir yerden hem de
yağmur başladı.
gözlerimdeki sertlik de
o yağmurla
yavaşladı.

yağmura direnemeyen yeryüzüne döndü
alt yüzüm.

tek sözüm,
kelimesiz
ve gecenin içine
nefes almadan
en sessizinden haykırmalı
harfsiz çözüm.

sonrası
jülyen kesilmiş
10 gram
ölüm.

Kırmızı Şarap

Kan kırmızı sarhoştuk
mum ışığında,
gözlerin karanlıktı
ve karanlık
ilk defa,
ışıldamıştı usulca.

sonra
bir parça seviştik elbet
zaten sevişmemek
o ışıldayan karanlığa
ihanet.


20.09.2011

tarihe not düşüyorum: bu günü unutma Cogen!

önsöz: 14.10.2009 tarihinde yazılmıştır, ancak bu da eskimemiştir.

kendime karşı savaşımdan şu saatte, yani tam olarak 02:23 de galip çıkmış bulunmaktayım. bu savaş öylesine yorucu, öylesine boğucuydu ki kendimi kaybetmem an meselesiyken ucundan yırttım diyebilirim. peki kime karşıydı bu savaş ve neden siz okuyucuyu ilgilendirmektedir? sabredin kardeşim, açıklayacağım. bu; aşk ile aşık arasındaki bitmeyecek, tükenmeyecek gibi gelen savaşın hikayesidir.

ey arkadaş! ben de herkes gibi aşık oldum, evet hem de ikinci defa. ama bu seferki karşılıksız değildi, en azından bir sürü şey yaşandı. ancak her boktan şeyin olduğu gibi bu lanet olası aşkın da bir sonu vardı ve o son bugün idi.

değişmeyen tek şey aşık olup göte gelmek, nam-ı diğer ağzına sıçılmaktır. itiraf edelim, hepimizin başından geçmiştir, geçmediyse de sevinme çıkıp biri illa ki seni mahvedecektir. uzun soluklu düşündükçe kısa kesecek, sevdikçe itecek, ittikçe de kendisinden tiksindirecektir. acı bir son olacaktır mutlaka ve sen ne kadar kabullenmek istemesen de ondan sana yar olmayacaktır.

bu yazının başlığında neden kendime hitap ediyorum peki? çünkü biliyorum ki bu salağı yarın bir gün biri daha kandıracak, biri daha sevdalandıracak ve onun yüzünden bu adam alkolik ve manyak olacak. akıllanmazsam eğer başıma bin türlüsü gelecek. o yüzden buraya not düşüyorum, bir daha birine aşık olursam bu yazıyı okumuş ve okuyacak olan herkes gelsin tekme tokat girişsin, linç etsin. bir kız için öleceğime, sizden dayak yiyerek öleyim daha iyi.

ey aşık arkadaş! inanma, sevme çünkü hepsi yalancı. elbet bir gün bitecek diye risk almıyorlar. o zaman hayat da bitecek bir gün, ne diye bizim oksijenimizi tüketiyosunuz bre gerizekalılar! atlayın geberin, nasıl olsa bitmeyecek mi?

her şeyin üstüne bir de arkadaş kalalım mevzusu vardır. aşk biter, sanki onla hiç sevişmemiş gibi karşısında oturup arkadaş olarak durulabileceğine inanırlar! bir de derler ki, arkadaş olalım, olmazsa da yapacak bir şey yok. yok ya?? arkadaşlık olsa da olur olmasa da mevzusu olabilir mi? böyle arkadaşlık mı olur? karşılıklı bir şey bekleyerek mi insanlar dostlarını seçer?

bak Cogen kardeşim. bir daha içip içip saçmalarsan, bir daha birine haketmediği değeri verirsen bu yazdıkların aklına gelsin. durup durup oku buraları.

bu yazdıklarım da sana ey eski kız arkadaşım, yeni potansiyel arkadaşım. seni sevdiğim her saate, her dakikaya, her saniyeye lanet olsun. sen benim bırak aşkımı sevdamı, iki dakikalık muhabbetimi bile haketmiyorsun.

yıllar sonra buraya belki yolun düşer, belki okursun belki anlarsın. şimdi yeni bir hayata başladın. talibin çok olur buna şüphem yok. umarım sonun onlara benzemez. sahte dostluklara, sahte sevdalara prim ver...

2 yıllık geçmişi tek kalemde sil, sebebini bile söyleme, git başkalarının hayatlarını da mahvet.. ama ben artık akıllandım. akıllandım ki bunları buraya yazıyorum. akıllandım ki artık sahte aşklara prim vermiyorum.

aşk ile nefret birbirine çok yakın duygularmış biliyor musun? ben bir kere nefret ettim aşık olduğum insandan, çok da kolay oldu.

zamanın berisinden, zamanın ötesine

önsöz: eski tarihli bir yazıydı, ama şimdi daha anlamlı.

zamanın berisinden zamanın ötesine doğru yazmaya başladım. önümde iki büyük engel vardı. birincisi hiçbir zaman aksine hareket edemediğim, bile bile yanlışlara hatta ölümle burun buruna gelmeye kadar sürüklendiğim aşk duygusu, diğeri de henüz ne olduğuna bile tam karar veremediğim görünmeyen bir çekim gücü. aşk duygusunu çekim gücünden farklı tutmamın sebebi vardı. aşk, tekil olabilecek bir duyguydu. bir kişi, karşısındakinden bağımsız olarak o aşk duygusunu hissedebilir. ancak çekim gücü öyle değil, çekim gücü karşılıklı olmak zorunda..

zamanın berisindeyken huzur bana çok uzak bir kavramdı. zamanın berisi karanlıktı çünkü; içinde yoğun bir çaresizlik vardı. kaybolmuşluk, yok olmuşluk, yalnızlık; bunların hepsi zamanın berisinde yaşadıklarımdı. zamanın berisinden güncel zamana doğru yola çıkmaya başladım. içimdeki huzursuzluk ve umutsuzluk hat safhadayken önce aşk duygusu, sonra çekim gücü beni bir yerlere sürüklemeye başladı. başka bir sevgi vardı halihazırda, ama bu aşk ve çekim o kadar büyüktü ki, yanındaki her şeyi paramparça etmeye hazırdı ve ediyordu da. yanında ezilen, kaybolan o kadar çok insan vardı ancak bu devasa his, kimseyi önemsetmiyordu bana. ben zamandayken, ötesini çok büyük düşlemiştim. doğum gününe kadar sabredebilseydi eğer, ona hayatının en mutlu günlerini, aylarını ve hatta senelerini yaşatabileceğime sonsuz kez inanmıştım. ben havada uçuyordum, ve onun da uçtuğunu düşünüyordum hep.

ben zamandayken, zamanın tam ortasındayken her şey toz pembe gözüküyordu. planlamıştım tüm yapacaklarımı. önce onu paralel evrene götürmüştüm, ona birlikte olacak hayatımızın önizlemesini yapmıştım. beraber kuracaktık zamanı, ve beraber büyütecektik tüm düşleri. zaman çok güzeldi, ama neticede zamandı. ve zaman, doğası gereği ötesine geçmek üzereydi. ben onu da götürecektim yanımda, fakat her şeyi paramparça eden şey geldi. üç hece altı harf, böyle yazınca ne kadar basit değil mi, halbuki bir atom bombası kadar güçlü; ihanet.

ihanet ortaya çıkmasaydı eğer, ben zamanın ötesine kesinlikle daha az mutlu ya da huzurlu gitmeyecektim. ihanet bir saniyede sildi attı tüm şeyleri. ihanetin üstüne duyulan pişmanlık ise anlamsızdı. artık elleri sıcak, lafları tatlı, yüzü güzel değildi. artık her hareketi ayrı bir ihanetin belirtisiydi. bir kanser gibi yayılmıştı ihanet aşkın üstüne. aradaki metafizikle bile açıklanamayan ilahi bağları bir taraftan kesti attı, ki o bağların hiçbir zaman kopamayacağına inanıyorduk ikimiz de. artık çaresi kalmamıştı. zamanın ötesine beraber gidebilmenin hibçir yolu kalmamıştı. ve aslında o kadar yakındık ki yola çıkmaya. sadece birkaç gün sabretmek gerekiyordu. benim bir saniye düşünmeden yaptığımı o yapmadı, o ihaneti seçti. ve kendi vicdanı için, olmadık şeylere inandı. varsın inansın, artık üzülmek değildi hikaye. karşısındakinin üzülmemesi de değildi. çünkü ihanete uğrama hissi, tarif edilebilecek gibi değildi.

zaman bitti, zamanın ötesi geldi. ötesine koyu ve upuzun bir karanlık hakimdi. ben girerken ışığım bana ihanet etmişti bu sonsuzlukta bitecek olan tünele. oysa gelseydi benle, ben tüm sözlerimi tutmuş, tüm benliğimi adamıştım sonsuzluğa el ele yürümeye. cesaret edemedi, belki de başkasına ihanet edemedi, kalmayı seçti. benim zamanım yoktu, ben ilerlemeliydim. çünkü büyüyemeyen, ilerleyemeyen şey her zaman küçülmeye, gerilemeye mahkumdu. ben içimdeki tek insani duygu olan aşkı bıraktım zamanda. çekim gücü ise bir saniyede terk etti beni.

içimin acıması lazımdı normalde, milyon kez sildim demiştim ve milyon kez silemediğimi biliyordu o da. ama ben zamandaydım, ötesine geçmemiştim henüz. öyle bir yer ki bu zamanın ötesi, burada zamanda yaşadığın o saf duygular kalmıyor. burada sadakat yok; sadakat sadece yolun başında gerekiyor sana. eşik atlamak için, sadakatini göstermen gerekiyor. güvenmek gerekiyor, sadece aşka değil, yanındakinin aşkına güvenmek gerekiyor. çünkü öteden sonsuza giden yolda, yanına sadece bir kişi alabilirsin en fazla.

yalnız gelmeyecektim buraya, ben o bir kişiyi alacaktım işte, ihanet olmasaydı eğer.

5.09.2011

Gün Işığı

Yine bir gece
ve yine sessizce ilerlemekte.

Gece diyorum,
Hani kimsenin nefesi geceninki gibi
Sakin olamaz.

Israr ediyorum gece,
Anlamaz gözlerle bakıyorsun.
ama
gece işte...

ve
Tutkulu bir huzur gecenin kollarında,
ben hiç gün ışığında şiir yazmadım mesela.

16.06.2011

iyi ki doğdun..

ne demiştim;

bu aşkın nüshası rüzgarlarda
aslı bende kalacak..

gerçi onu ben dememiştim ama sana demiştim.

iyi ki doğdun güzelim..

29.05.2011

kısa uzun

bizim alaturka zevklerimiz var
alaturka aşklarımız,
ve gerçekten sevdalarımız.
dumandan boğularak değil de
rakıdan hallice,
bir o kadar da delice
bütün kurduğumuz hayatlarımız..

kısa veya uzun değil ölçümüz.
çünkü kısa ve uzun görecelidir.
oysa biz göremeyesiceleriz.
belli belirsiz
ve acımasız.

olabildiğince hedeftir umut,
bir tek zaman somut
ve ansız yaşadıklarımız..

20.04.2011

insanlık ve maymunluk üzerine..

İnsanı insan yapan ne varsa maymunda da var teorik açıdan. Yiyoruz içiyoruz ürüyoruz. Temel mantık bu. Ancak zurnanın zırt dediği yer insanı maymun yapan değerlerden geçiyor. Bir insan ne zaman maymun oluyor? En basiti birine aşık olduğu zaman, orada da kaçınılmaz bir ironi meydana çıkıyor. Maymun aşık mı olur lan? Maymun aşık olsa ona hala maymun mu diyeceğiz? Ha diyelim ki maymunlar da aşık oluyor biz farkında değiliz. Kimsenin farkında olmadığı şeye aşk denir mi bir kere. Aşık olunca bir canlı, direk belli eder halini herkese. Bu kaçınılmaz bir durumdur. O halde insan neden maymun olur?

Bir kere insan dediğin içer. Evvela içki içer, sonra duman solur, sonra hainlik yapar. Yapmayana insan denmez. Bak mesela maymuna, içkisi sigarası yok, kumar oynamaz. Dalda maymun siker en fazla, o da doğasında var, e öyle insan mı olur? Olmamış işte, maymun olmuş.

Düşünsene bir, maymun gibi yaşıyorsun. Tek amacın başka daldaki maymunu sikmek, böyle hayat mı olur amına koyayım..

19.04.2011

Nefes

Alkole sevda,
alkollü sevda ile başlar
ve yine alkol vardı
bu gece de sevgide...

Küçük Beyoğlu'nda,
bir elliliğin arkasına
saklanmış gözlerim,

ellerim
masa altında
duygusuz.

birden
karanlıkta bir nefes
oldum,
his oldum.

siz görmediniz ama
tek "O"
soludu beni.

Hafifleyen karanlıkta
uykuya dalıyordu...

15.04.2011

bazen

bazen,
şiir yazmak değil de
şiir olmak istiyor insan...
melankolimiz bu yüzden.

bazen,
söz söylemek değil de
söz olup söylenmek istiyor insan...
dilden dile dolanmak,
hiç değilse mırıldanılmak.

bazen ise
köz değil de
alev olmak istiyor insan.
yavaşça kendi içinde yanmak değil,
yakıp yıkmak
söndürülmeye çalışıldıkça
daha da yakmak umarsızca.

son bir bazen de
yok olmak istiyor insan...
ama öyle yalın yok olmak değil,
"yok" olmak.


2.04.2011

iki adım öte

alkol,
damla damla
ilacıydı ellerimin.
içtikçe hissetmiyor
iyileşiyordum.

karıncalanan
ellerim değildi sadece,
beynimin bir parçası da
senleydi.

"ben geldim" dedi
dudaklarım.
ağzımdaydı tadın,
dışarıda ise yağmur
ve hayat da
iki adım ötemizdeydi...
uç uca sigaraların sonunda
bekleyen ise
koşulsuz sendin.

seni düşünürken
bir damla uzaktaydı yağmur.
elimi uzattım,
bana yağdın.

bir koltuk,
bolca kahve gündüzleri
ve
bolca alkol karanlık çökerken.

sonsuz huzurdu
kıvrılışı dudaklarının
ve gülümsemen böylece.

dışarıdan kaçıp
sende arınayım istiyorum
nedense.

bana biraz daha gülümser misin?
çünkü
ben geldim.

29.03.2011

güneş saldırdı ben öldüm

gecenin bir saatine düştüm,
sertti yerleri
ve sert de düştüğümden olsa gerek
acıyordu düşüncelerim.

kalkmaya çalıştım,
duramadım ayakta,
kendimi bıraktım
gecenin kollarına.

gecenin bir saatinin
yerleri sert
ama gecenin kendisinin
kolları yumuşaktı.

gündüz olmadan toparlanmalı
ve kaçmalıydım.
günün ilk ışıkları saldırmadan
kaybolmalıydım.

son bir sigara sarayım derken
sigaraları uç uca ekledim
kim demiş sigara öldürmez diye,
eklerken sabah oldu
güneş saldırdı
korumadı bulutlar
ben öldüm.

sen ihtiyacım olan en son şeysin

sen ihtiyacım olan en son şeysin.
titriyorsa ellerim sadece soğuktan,
aklına başka bir şey gelmesin.
yüzüm gülüyor
ve ben sadece gündüzden daha güzel diye
geceleri yaşıyorum, gecelere uyanıyorum.

ben iyiyim ya, o yüzden içiyorum.
hep keyifliyim, neşemi paylaşıyorum.
safiye ayla çalıyor, ben gülümsüyorum.
"vuslatın başka alem" değil çünkü
sen ömre bedel değilsin.

sen ihtiyacım olan en son şeysin,
kalp çarpıntımın sebebi değilsin.
yaşama sevincim çünkü o.
çünkü ben hep mutluyum, iyiyim.

çünkü sen artık yoksun ya
bu ruhun hala ihtiyacı yok ya sana
o yüzden işte...

sabah ışığı gözlerimi alıyor
o yüzden dolu dolu gözlerim.
çünkü sen ihtiyacım olan en son şeysin.

kendime sorduğum onlarca soru
tek bir yere götürüyor beni
ne de olsa bir ihtimal daha varmış
o da ölmek mi dersin?

21.03.2011

biraz nihavend, biraz hicaz...

kimisi der herkes dertli
herkes yalnız,
oysa ihtiyacımız
biraz nihavend
biraz hicaz
ve iki duble efkarımız..

zor zamanda bir başına
biraz yürek, biraz tütün
ve iki nefes hayatımız..

kazındıkça kazınır
kabuk bile bağlayamayan yaramız.

ve ikimiz;
bir gün bile eskimeyen yıllarımız
ve apayrı dünyalarımız
yarısında terk ettiğimiz rüyalar
ve bitişe en hızlıca varışımız..

18.03.2011

insan

insana bak,
insanı tanı önce..
kim demişse yalandır
dost dostu satmaz diye..
içini göremezsin bir seferde,
beyin karanlıktır
kasvetini kalbe de çöktürür isterse
yalanı yaşar, yaşatır benliğine..
saklar istediğini bakarsan sıfatına
çözemez en yakını bile,
bakmasını bilmiyorsa doğru yere..
sözler değişkendir, beyin hükmeder
duygular değişkendir, kalp belirler..
ama tek bir yerde
açık verirler..
çünkü gözler saydamdır,
bütün hisler kendini ele verirler..

gözüne bak,
insan oradadır.
sözler istediği kadar sahte olsun
gerçek tam karşındadır.

birbirleriyle karşılamamak için
gözler kaçar,
gözden korkar,
çünkü gerçeği bir tek onlar bilirler..

15.03.2011

bir parça huzurdu beynimden istediğim

Bir parça huzurdu beynimden istediğim... Ne yapıyor olursa olsun daha çok hatırlasındı... Onun da bir kapasitesi olmasın, sonsuz olsundu...

Bunu istiyordum gerçekten de.

Artık vücudumun beni 10 saatlik uykunun üzerine bile uyur-gezer davranmaya ittiği çökme döneminde dahi olsam beynim sağlam kalmalıydı... Yazı sadece kalmamalıydı, beynimde kalmalıydı; söz ise beynime uçmalıydı.

Beynim, çürüyecek son noktam olmalıydı. Beynim, yorgunluktan kapılarını kapatmamalıydı...

İşte böyle bir paradoksun içerisinde beynim yorulmuştu. İçerisinde en ufak şeyleri en kısa süreler için dahi tutamayacak seviyeye gelmesi; "alzeihmer'a giriş 101" temalı hareketlere girişmesi de bu paradoksun sonucuydu.

İnsan belli bir süre için ciddi anlamda yük getiren şeyleri kesintisiz olarak yapınca beyni yoruluyor. Dış etkenler, iç etkenler, piç etkenler derken yoruluyor beyin. Mücadelelerle, kavgalarla, çoşmalarla, sevmelerle, özvermelerle; kısacası birçok duygu ve bilgiyi bir arada tutmalarla yıpranıyor... Model bir adam olduğunda ise beklentiler bitmiyor. İyi bir evlat, iyi bir sevgili, iyi bir öğrenci, iyi bir dost, örnek bir kişi ve en nihayetinde sürekli olarak gözü kapalı takip edilecek bir lider olmak için insan kendi ile olmayı unutuyor. Sadece ve sadece kendi ile olup beynini kapatabileceği zamanlar giderek azalıyor.

Bir noktadan sonra sen, sen değilsin... Birinin örnek gösterdiği, birinin sevdiği, birinin gurur duyduğusun... Hele bir de bencillik yoksa mayanda, fevrilik yoksa... "Yeter" diyemiyorsan hiç... Kendini her zaman geriye koyuyorsan... O zaman ellerinle beynine ihanet ve işkence ediyorsun demektir. Beyin kapasite olarak doldum diye bağırırken devam etmeye çalışmak... Aslında beynin bir parça kendine zaman yalvarırken hala bunu başkalarının bir şeyi statünü sürdürebilmek için görmezden gelmek...

İşte o zaman, ne beklentileri karşılayabiliyorsun ne beyin dinlenebiliyor... Beklentileri karşılayamadığında aldığın tepkileri yorgun beyin sindiremediği noktada ise ruhun elenmeye başlıyor yavaş yavaş... Ruhun da zedelenmeye başladıkça bu sefer beyni dinlendirme iradeni hepten kaybetmeye başlıyorsun... En bencil olmayan halin bile bencillikle suçlandığında "ilk taşı en az bencil olanınız atsın" diyemeyecek kadar kaybediyorsun iradeni.

Kısır, ama çok kısır bir döngüde yavaş yavaş ölüyorsun. Bunu biliyorsun. Ama durdurmak için ne mecalin, ne cesaretin, ne de kendine sevgin kalmamış oluyor...

Oysa insan, herkesten önce kendini sevmeliydi. Başkalarına da istedikleri şeyler olabilmek için önce insan kendisini iyi hissetmeliydi... İnsan önce kendisi olmalıydı, sonra başkalarına olabildiği kadar bir şeyler... Ama insan işte, her zaman en büyük korkusu yalnızlık. En yalnız olduğunu ve bundan korkmadığını söyleyenimizin bile en az bir kişisi var bir kenarda... En azından o kenardaki bir kişinin "arada bir dert anlatanı" olmak için bile çabalıyor insan.

İnsanın sırtı ağrıyor, göğsündeki etler ağrıyor, dizi ağrıyor, başı ağrımıyor artık bambaşka bir fonksiyona geçiyor... Ama insan hala başkalarının bir şeyi olma girişimlerinden yılmıyor. İnsan beynini de vücudunu da ruhunu da sevmiyor... Omuriliğinden aşağıya inen acı bile ona kim olduğunu hatırlatmaya yetmiyor.

İnsan kendisine yetmiyor, ama başkaları için her şey olmaya çalışmakta üzerine yok.

İnsan biraz aptal evet, ama ne yazık ki aptallığını da seviyor. En azından kanıksamış...

Bu kısır döngüde bu beyinden de ancak bunlar geçiyor.

Zira ben de insanım; en nihayetinde o kadar insan dedik...

sigara bakışı

sen bir şey yapma dur,
ne ağzından çıksın kelimeler
ne de gülümse bana
sadece bak...

beni de bırak,
bırak
bir nefes daha alayım sigaramdan.

işte böyle sürsün gece
ben sigara içeyim
sen bana bak,
öleyim.

zaten
beni sigara dumanı değil de
bir güzel bakışın
öldürüyordu
derinden.

sonra,
sonra bir sigara yak
önümdeki küllüğe bırak
ben ölüyüm
sen git.

bir sigara bakışında yit...

kahkaha

dünya bir gülümseme ile açar mı
açıyordu işte.

hayattı bu da be
yeri geldi mi acıyor
bazen kanıyor
zaman zaman sarhoş olup
çoğu zaman da sızıyor.

hayat ya elimizdeki,
kararıyor bazen.
hiç elim kararır mı
kararıyordu işte.

sonra sen gülüyordun,
şen kahkahaların açıyordu karanlık üstünde
ben seni kalemle
derime yazıyordum.

kahkahalarını da kağıda...

inanır mısın,
kağıt aydınlık açıyordu.

2.03.2011

hatlar kesik

Hatlarıız bir gelip bir gidiyor. Sürekli birileri, hoşlarına gitmeyen şeyler için diğer insanların haklarına zerre saygı göstermeksizin kendilerine avantaj sağlayacak her şeyi yapıyorlar.

Youtube kapandı, Grooveshark kapandı, Fizy kapandı derken şimdi de Blogspot. Hani bildiğin benim kendi özel alanım diye sevindiğim, kimseye faydası olmayan ama zararı da olmayan sözlerimi paylaştığım alanım. Hani her duygumun yansıdığı yer...

Her insan bu alanını yasal sınırlar içerisinde istediği denli kullanabilmeli. Yasal sınırlar da ister mantıklı gelsin ister mantıksız, uyulması gereken sınırlar. Digitürk'ün milyonlarca lira verip aldığı yayın haklarını kaçak olarak yayınlamak elbette Digitürk'ün ticari olarak kabul edebileceği bir şey değil.

Fakat birkaç kişi kendi alanlarını bu şekilde kullandı da Digitürk zarar gördü diye benim kendi kelimelerime ulaşmam imkansız kılınıyorsa, işte o zaman ortada bir problem var demektir. Türkiye'de hala bir sitenin belli bölümüne erişimi engelleyecek teknoloji yoksa bu, ifade özgürlüğü olan ve bunu yasal sınırlar içerisinde kullanan ben gibi vatandaşların sorunu değildir. Devlet'in kendi sorunudur. Devletin kendi sorunlarının cezasını sorumluluğu olmayan bireylere çektirmesi ancak üçüncü dünya ülkelerinde kabul edilebilir bir davranıştır. Bireyleri kulları olarak gören devlet yapısı 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çöküşe geçmiş köhne bir yapıdır.

Yok eğer Türkiye'de böyle bir teknolojik imkan var da büyük şirket ya da birey avukatları bunu bilmiyorsa bu ülkenin eğitim sisteminin ezberci ve beleşçi bireyler yetiştirdiğinin kanıtıdır. Bu imkanın varlığını dahi araştırmaya zahmet etmeden direkt olarak toptan bir siteye erişimin engellenmesi istemi ancak beleşçiliği ve işini sağlama almaya çalışma kisvesi altında bir tembel cahilliğe işarettir. Böyle bireylerle hukuk ilerleyecekse ülkenin hali iflah olacak gibi değildir.

İnsanların ifade özgürlüğü anayasal haklarıdır. Bunun bilincinde olmadan engelleme istemine evet yanıtı veren hakimler muhakeme yeteneğinden yoksun demektirler. Herkes muhakeme yeteneğine sahip olacak diye bir kaide olmasa da hakim gibi adalet sisteminde çok önemli bir yer tutan bireyin muhakeme yeteneği olması önemlidir. Bir markanın ticari zarar görmesi engellenmek için çok daha büyük bir kitlenin anayasal hakkının mahkeme kararıyla ihlal edilmesi ise faşizmin falan değil; tembelliğin hukuk kisvesi ile meşrulaştırılmasıdır.

İnsanını DNS ayarları konusunda uzman hale getirmek hiçbir erk sahibinin haddi değildir. Yasalara saygılı olan insanların anayasal haklarının bir marka için mahemelerce ihlal edilmesi komiktir. Devletin insanlarını salak yerine koyup koyun gibi gütmeye çalışması; karşısında hizmet etmek ile sorumlu olduğu bireylere saygısızlıktır.

Benim kelimelerim bana göre dünyadaki en değerli kelimelerdir. Bir başkasının da şüphesiz kendi kelimeleri...

Ben, biz, bizler kıçımızı yırtsak da en nihayetinde biliyorum ki "Faydası Yok"...

Ama en azından yarın öbür gün "kıçımı yırtmadım, koyun gibi kırpıla kırpıla bi' hal oldum, ne zaman keserlerse de o zaman enfes pirzola çıkar benden zaten" demiş olmayacağımın huzuru yeter.

20.02.2011

yeryüzü arafı

gece,
hüzünlerimi anlar gibidir bazen...
bir anda yağar benimle,
gök gürültüsüz
hatta neredeyse bulutsuz
yavaşça,
iz bırakmadan.

gece,
seni de anlar gibidir bazen...
sen gürleyince susar,
gürlemeye dahi cesareti olmadan
usuldan yağar.

zaman,
beni tanımaz gibidir çoğunlukla
uçar gider
ve ne kadar bağırsam da
beni
nedense hiç görmez.

gece,
bazen anlamaz beni...
işte
o zaman anlarım,
yapayalnızım.

o kadar yalnızım ki
gece gidince
gündüz bile gelmez
zaman görmez

ve yeryüzü arafında
bir taraf değil,
her taraf yanar.

şanslıysam,
inceden yağmur yağar,
ben
yağmurla susar,
akar
giderim..

19.02.2011

betimleme

zararsız
ve uysal.
ama biraz huysuz biraz da utangaç.
yeri geldiğinde asabi
zaman zaman asi
ama bazen kuzu kıvamında sakin.

bir başka anlatması aslında seni..
bir başını tutturamadım
bir de nihayetini..

kan kaynar ya hani
iç ısınır
alev alır mangal gibi..
cayır cayır korlaşır kömür
ve yitip gider dakika dakika ömür..
işte öyle bir başka aslında
iki yüz yirmi üç günün tenhasında
on altı saat otuz dört dakika safhasında..

hiç dokunmadan

kelimelerle
oturdum bugün.
saatleştik dertlerce
ve seni de dahil olmak üzere
hayatımı anlattım onlara.

sen hiç
kelimeler söylemiyorsun
benden,
biliyorum...

oysa yazın,
iki insanın
birbirine dokunmadan
sevişebilmesiydi...

sen hiç dokunmadan sevişmedin benimle.

7.02.2011

asi

Ne zaman
gereksiz bir huzursuzluğa kapılsam
giderim...

Bedenimden alır başımı
ve
arkama bakmaz
sadece
ve bilmeden
giderim...

önce
ruhum bedenimde titrer,
bedenim
karşı koyar çaresiz,
ama ruhum
bulduğu ilk nefes aralığından
süzülür...
gider.

Bazen karlar arasında
bir harikalar diyarında;
bazen geceye huzurla bakan
bir başka yerdeki
sessiz koltuğa yayılmış;
arada bir
yatakta,
ter ve günah içinde
gizli bir özgürlüğe
dibine kadar batmış.

çokça köşesinde gizli
nadiren dışarılarda deli.

en çok da
yazdan kalma güneşle
sevişen bir kış günü,
pastel boyalarla yapılmış
derin bir koy kenarında
karşılıklı denizle susarken
asi...

ve biraz da
acıyla karışık gülümserken
mazi.

20.01.2011

konuşamayanların manifestosu

bir kere sustun mu işin zor arkadaş... bir kere sustun mu susmak zorundasındır çünkü hep. domino taşlarının yıkılması gibidir susmak. bir kez susarsın ve aslında ömür boyu susmaya kelepçelersin kendini.

sustukça susasın gelir. daha da susarsın... şarkının dediği gibi sustukların büyür içinde. ama patlayıp dışarı çıkmaz. çıkamaz. dedim ya susmaya kölesindir artık. kelimeler dilinden geçmez, gönlünden geçer artık. sustukça içinde büyüyenler ağır gelmeye başlar. geldikçe bir şekilde atman gerekir yoksa ölürsün. işte susanın kalemle sevdası burada başlar. konuşamıyordur, susmaya köledir ama susmaya boyun da eğemiyordur bir türlü.

işte o an, bok gibi hayatının ortasına inen melek misali kağıda, tüm sustuklarını parçalaman için gelmişcesine de kaleme sarılırsın. susarsın, sustukça susasın gelir önce. sonra ağırlaşır görüntüler, etrafında olup bitenler yavaş çekime gibi gelir sana, sen yavaş çekimde hareket edersin ama dışarıdaki dünya son hız devam etmektedir. işte tam o anda bunu farkedebilirsen kurtulma şansın var. edemezsen geçmiş olsun.

edersen kaleme tutunursun, kağıda sarılırsın. kusarcasına bir yazmak gelir. yazarsın, sessizliğini dengeleyen bir uyuşturucu gibidir yazmak. önce parmak uçlarını uyuşturur ve parmaklarını alır. sonra bileklerine yayılır. içinde hastalık gibi dirseklerine ilerlerken karşı koyamazsın. yapabileceğin tek şey teslim olmakır. böylece omuzlarına kadar seni içine alır yazmak uyuşturucusu. boynunu ele geçirir. çenenden kafatasına, oradan beynine. beynine girdi mi tüm vücudunu ele geçirir. artık urtuluşun yoktur. susmaya köleliğini yazmaya kölelik ile değiştirirsin. adil bir takastır bu. ama hala kölesindir. sadece daha şefkatli ve anlayışlı bir efendiye kavuşmuşsundur. seni ara ara kendine bırakmaya meyilli bir efendi...

uyuşturucunun evreleri nasıldır bilir misin? önce kullandığında uçar dağılırsın. uyuşturucuyu aldığın an tüm gerçeklikten kaçar gidersin. ama zamanla doyum noktasına ulaşıp da vücudun bağışıklığını kaybedince işler tersine döner. bu sefer uyuşturucu olmadan dağılır gidersin. ve uyuşturucuyu aldığın anda gerçekleri tüm çirkinlik ve çıplaklığı ile görürsün.

o çirkin ve çıplak halinde gerçek, 50 yaşlarında balık etliden hallice daha doymamış bir kadına benzer. sarkık etleri ve selülitleri ile, pörsümüşlüğü ile seni duvara çarpar. kusmak istersin. işte burada uyuşturucu yazmaksa kusmak da yazmaktır. kalemle kağıda kusarsın yazmak bağımlılığının son etkisi olarak.

son kertede bağımlı, bir müptela olarak yazdıkça yazasın gelir. yetmez daha da yazasın gelir ama yazmak da öyle kolay değildir ha. nasıl her uyuşturucu kullanayım dediğin an kullanamıyorsun. önce malı bulman sonra ortamı bulman ve en son da damarı bulman gerekir; o misal önce yazmanın içine doğması gerek, sonra kelimeleri bulmak ve sonra da yine damarı bulmak gerekir.

en nihayetinde sustukça yazasın gelir. yazanlar konuşabilenler değildir. çaresizce, umutsuzca sessizliklerini delmeye çalışıp da beceremeyenlerdir. o sessizlik incelse de delinmez asla.

bir kere susmaya, sonra bir kere yazmaya başlamışsındır. artık çıkış yoktur. çok ama çok güzel bir insan "kırılmış bir kalbin, umutsuz bir yaşama karşı hissedebileceklerini tahmin etmek çok da zor değildir çünkü insanoğlu yazmayı icat etmiştir." demişti bir keresinde. işte konuşamayanların manifestosudur bu iki satırlık.

bir süre sonra susmak ve sonrasında yazmak, kendin gibi susabilenleri buldukça daha güzel gelir konuşmaktan. "sussam gönül razı değil, konuşsam faydası yok" dersin. sonra düşünürsün, o halde öylesine yazılmış şiirlerin öylesine yazılmış mısralarında faydası yok ise de kelimelerin yazmaya başlarsın. öyle bir yerdesindir ki ne susmaya ne konuşmaya daha fazla takatin kalmamıştır.

sustukça yazasın gelir, yazarsın çaresizce.

yazdıkça susasın gelir...

an/anı

simsiyahtı saçları
duru bir yüzü
ve zeytin karası gözleri vardı.
bir umuttu, bir arzuydu adı.
bir histi belki,
bir anı yıktı, bir ânı yıktı..
bakış karardıkça
dünya yandı.
dünya yandıkça
ömür kavlandı.
yara açıldı, yara kapandı,
kabuk bağladı.
bir histi belki, bir anı.
bir andı belki, bir sanı.
bir başkaydı tadı, bir kanı.
kadehler doldu,
ve zoraki taştı.
arzuydu adı,
belki bir histi..
acıydı,
kanundan çıkan ses kıvamında yoğun,
neyden çıkan ses kadar ağır.
belki bir umuttu.
olmayana ergiydi,
olamayana özlem.
korkunç ikilem,
çözümsüz denklem.
duru bir yüzü
ve zeytin karası gözleri vardı..

yarım şizofren

şiirsizlikten nefessiz kaldığım anda
imdadıma yetişen bir melankoli
ruhumla gülüşüp kıkırdarken
seni düşünüyordum.

gözümü alan karanlıkta
içim acır gibi yapıp
sonra acımayarak
benimle oynuyordu,
ben
seni düşünüyordum.

her duman bir parça daha ölüm
ve her ölüm bir parça daha dumanken
içimden gelen kelimeleri
gecenin karanlığına
usulca,
kuytudan ve mağrur
salıyordum.

geceyle dertleşirken
dünyanın en bittiği yerde
iki kelam kalırdı
birini ben ederdim işte
diğeri dağınık..

dağınık o kelam
söylenecek birçok şeye bölünmüş
çaresizce.
her birine yetişircesine
paramparça,
yardım istercesine
dilimin ucunda.

kelimeleri birleştirsem
yine nefessiz kalacaktım.
yazmasam ruhum yarım
yazıp kelimeler yarım

ve ortada bölünmüş bir ben,
tam bir yarım şizofren...

15.01.2011

kan donar, kırmızı kalır..

her şey gider
herkes gider
an kalır.
birkaç tane resim kalır.
ruh kalır
hayat kalır.
can yarılanır
can biter,
his kalır.
umutlar gider
hüzün kalır.
zaman biter
aşk kalır.
güneş söner
sarı kalır.
kan donar
kırmızı kalır.
acı biter
yara kalır.
beyin gider
kalp kalır.
duvar yıkılır
toz kalır.
sami yen gider
can gider.