29.12.2009

aşk -3-

Unutulmuş, unutulduğu zannedilmiş nice aşkların ardından yazmak gerekir kimi zaman. Çünkü yazmanın ateşleyicisi, tetikleyicisi olur böyle garip duygular insanda. Nesnellik uçar gider, somut ve yoğun bir kalp ağrısı kalır zamanla. Boş bakışlar, boş laflar ve maalesef bomboş şiirler kalır kimsesiz bir çocuk gibi ortada.

Aşk hakkında yazılmış milyonlarca söz, şiir, hikâye, laf varken üstüne yazmaya çalışmak ise ayrı bir maceradır; kimine göre aptallıktır. Oysaki yazdıkça açılan kalp kapakçıkları, yazdıkça heyecanlanabilen bünyeler hala etkinken bir şeyler karalayabilmek büyük bir erdemdir. İşte yazmanın ve hissetmenin yüceliğinin yegâne sebebi bu yüzdendir.

Uzun yazmak, uzunca anlatmak, ağdalı cümleler kurmak marifet değildir. Marifet; hissettiğini en basit biçimde, en açık şekilde okuyana anlatabilmektir. Okuyanın anlayamadığı duyguyu okuyucudan beklemek düpedüz salaklıktır. Bir şeyler anlatabilmek için ne âlim, ne ermiş olmak gerekir.

Peki, bir şeyleri bildiğini zannedip sadece mutsuz olmanın sebebi nedir? Hala silmekten beter edip resmen kazınan o saçma sapan, hakkından fazla değer verilen insanların olduğu geçmişi hatırlamaya çalışmak nedir? Bu soruların tek bir cevabı vardır, o da sarhoşluktur. Sarhoşluğun bedene, akla ve kalbe olan etkisinin çözümü yoktur. Kendi içinde sorun olan bir cevap ise tam olarak sarhoşluğun bünyeden beklentisidir.

Kırk yılın başında düz yazı yazmaya çalışıp; her şeyi çözmüş, her cehennemden çıkmış olduğu zannedilen bu zatın zaafı olan aşk duygusunun niceliğinden geriye kalan nedir?

Cevabı basittir, gereksiz uzunlukta ve karmaşıklıkta olan sondan bir önceki paragraf.

28.12.2009

hep beraber

hep beraber,
hep beraber koşalım televizyona,

beyinlerimiz tamamen boşalana kadar içine dalalım.

hep beraber aşağılayalım marka amblemi taşımayan gömlekleri,
hep beraber küçümseyici bakış yağmuruna tutalım giyenleri,
yavaşça dönüp tişörtümüzün üzerindeki armaya tutsaklaşırken.

hep beraber yudumlayalım starbucks kahvelerimizi
ve
usulca bir gülümseme ile söylenelim;
"buradan başka yerde bu tat yok ya!" diye.

hep beraber basit bir tabak makarnaya,
pardon, italyanca ismi olan bir makarnaya,
daha doğrusu restaurant mutfağında "oba makarna" olup da,
önümüze alengilli italyan isimlerle gelen makarnaya,
evde yapılsa burun kıvıracağımız makarnaya
bir an dahi tereddüt etmeden 20 tl verelim,
ve işte budur diyelim.

hep beraber en çirkin ayakabıları, botları giyelim,
hep beraber ezelim benliğimizi onlarla...

hep beraber bulamayalım kitap okumaya zaman,
hep beraber meşgulcülük oynayalım,
hep beraber okuyalım gazetelerin magazin eklerini,
hep beraber ekonomiyi araba fiyatları üzerinden değerlendirelim...

hep beraber tüketelim,
ihtiyacımız olmasa da tüketelim.
ben birinde göreyim bir şeyi,
sen bende gör...

hep beraber körlüğümüzün derinlerinde sarhoş olalım,
hep beraber öldürelim kendimizi yavaşça,
her saniye...

hep beraber inanalım indirim yalanlarına,
peşin fiyatına taksitle satalım kendimizi.
hep beraber...

sonra gidip
ayrı ayrı
facebook'ta Ramiz Dayı'ya hayran olalım.

Tuncel Kurtiz,
bıyık altından
gülsün halimize.

21.12.2009

zifiri

zehir...
saatler, saniyeler
zehir

kahır..
günler, geceler
kahır

ağır..
bu yük, bu imtihan
ağır

uzun yazmak da var
uzun yaşamak da,

kısa düşünmek de var
kısa ölmek de..

elimde 24 saat var
24 çiçek var

hepsi ruhsuz
hepsi ölü
hepsi ben...

16.12.2009

belki bir gün

belki bir gün benim için yazarsın
seni kurtarsın diye önce kağıdı güzelce açarsın
o yıllardır hep sakladığın,
kaybolmasın,
kırılmasın diye sakındığın kalemini alırsın eline..
birkaç tane yanlış ve tutarsız satır yazarsın.
soğuk bir su gibi süzülürken duygusuzluk
bütün vücudundan aşağı doğru,
hissizliği hissedersin birden..
böyle yazılamayacağını bilirsin.
kalkarsın masandan
ve o uğurlu kalemini koyarsın güvenli bir yere.
gözlerini kapatırsın ve belki bir rüya görürsün o gece..
rüyanda ben varımdır, ve sen bana koşmak istersin..
yaklaştıkça ben uzakta duruyorumdur sana belki de..
belki de kavuşmanın imkansızlığını anlatır sana bilinçaltın.
belki de asla gerçekleşmeyecek şeyleri görüyosundur ya da
hep aynı rüyayı görüyorsundur aslında.
ateşler içinde uyanırsın belki o gece.
kalemini aramazsın bile...
eline geçen ilk kağıda bir şeyler yazarsın
okuyana çılgınca gelecek
ve bir daha okumaya bile cesaret edemeyeceğin şeyleri yazarsın.
yazdıkça gözlerin dolar, gözlerin doldukça şiddetlenir yazdıkların...
korkunun eşiğini çoktan geçmiş olursun belki.
umudun eşiğini ise çoktan kırmış bitirmiş...
yazdıkların bitmek bilmez, sonunda dayanamazsın.
yüreğin her şeyden ağır gelir ve havasız kalırsın...
pencereye koşarsın delicesine, karanlığa bakarsın.
belki bir yıldız kadar uzaktasın,
ya da ay gibi her sabah gidecek olansın.
kaçmaya çalışırsın gördüklerinden
ve düşündüklerinden...
gözlerin bir kez daha dolar, tekrar yazdıklarına koşarsın..
yazdıklarına sığınmanın tek çare olduğunu anlarsın belki de..
çaresizliğin sınırlarını algılamaya çalışırsın..
yazarsın, yazarsın..
ve bir an yazdıkların sona erer.
sakinleşirsin, yaşlar diner.
yazdıklarına bakarsın,
karamsarlığın, cehennemin dibindedirler.
oysa sen arınmış olursun belki.
hislerin artık katlanılabilir bir şekilde,
yürek ise taşıyabileceğin kadar ağır...
yazdıklarını okumaya kalkarsın,
ve kurduğun hayali dünyanda,
belki bir gün sen de benim için yazarsın..

13.12.2009

Cogen

İçimden geldi...

Bu adamla tanışmamı hatırladım birden... Bir toplantıdan çıkmış iki kelam etmiştik... Sonrasında Nevizade'ye doğru uzamıştık bir grup olarak... Sonrası muhabbet kıyamet zaten...

Rakı sofralarımız az ama özdür beraber, her saniyesinin ayrı hatırı vardır. Bir sene görüşmeyip bir anda muhabbete bıraktığımız yerden sanki daha dün muhabbet etmişcesine devam ederiz...

İkimiz de yazıya aşığızdır aslında. Yazmayınca rahat etmez içimiz. Bir işe başlamadan yazıp içimizdekini akıtır, rahatlar öyle başlarız işimize...

Dostluğun görüşmenin niceliği ile değil, o görüşmelerdeki muhabbetin niteliği ile pekiştiğinin canlı göstergesidir. Kafan sıkılırsa ara dinler... Kafası sıkılırsa arar, dinlersin ama zorunluluktan değil. Bir şekilde dinletir kendisini...

Bir şey yazarım, ararım... Okudun mu derim... Okumuştur... Ne dediğimi de anlamıştır... Dediğimi kelimesi kelimesine kavramıştır. Yazdıklarımdan benim düşünmeyi unuttuklarımı da çıkarır düşündürür...

İyi dosttur vesselam, kendisi ile bir rakı sofrası kurulması gereken insanlardandır. Müptelası olursunuz sonra, alkolik eder adamı rakı sofralarıyla... Bak yine işte, canım rakıdan ziyade kendisi ile bir rakı sofrası çekmekte...


oldum sanmak, olgun sanmak

Genel itibari ile kimse sorsan hayatı yemiş yutmuş, yalamış bitirmiş. Hayatta o kadar çok şey görmüş ki herkes... Bilmedikleri olay, görüşmedikleri insan tipi, uğraşmadıkları olay kalmamış. 20'li yaşlarında sanki hayatın tüm zorluklarına göğüs gerebilmiş gibi tavırlar yağıyor her yandan; midem altüst oluyor.

Ergen de değil bunlar, hani ergenken kimse seni sevmiyordur, "offf çhoq üsgünümh yhaaa"dır, "hayat choqq zorss yeaaaawww"dır... Onlardan da değil bu diğerleri. Dedim ya 20'li yaşlarında, ergenlikten çıkmış ama bu sefer de kendilerini olduklarından çok daha yüksek görüp 50 yaşında sanıp takılıyorlar.

Sorsan her şeyi istisnasız biliyorlar, ne nasıl olmalı merak ediyorsan onlara sor. Bilirler, bilmedikleri olayı bile bilirler... Onlar bilmeyecek de ben mi bileceğim neyin ne olduğunu! Öyle ya üniversiteye gelmiş "adam" o da bilmezse artık yuh!

Bu her şeyi bildiğini sanan insanların hayatta bir iş yönettikleri, hadi daha da basitinden bir fatura ödemişlikleri, belli bir para ile geçinmeye çalışmışlıkları var mı derseniz o da yok! Ya aile var ya da kredi kartları otomatik ödeme nimetlerindeki ailelerinin kredi kartı numaraları.

Bunlar hata yapmaz, yaptıkları tüm hata gibi gözüken şeyler başkalarının hatalarının onlara olan olumsuz etkileridir. Onlar -ki üniversite öğrencisi lan boru mu- asla hata yapmaz, yanlış yapmaz. Elektrikler kesilmiştir mesela, ama bu onun değil, otomatik ödemede bulunan elektrik faturasının dahil olduğu kredi karı limitini aşmış harcamaları karşılamayan ailelerinindir. Öyle sinirlenirler ki duvar yumruklarlar. Bu asiliktir. Ertesi gün elleri sargılı geldiklerinde ne oldu sorusuna kafalarını hafifçe kenara atıp, gergin çeneleri ile seslerini derinleştirerek "yok bir şey, boşver ya, anlatılcak bir şey yok" gibi karizmatik olduklarını düşündükleri cevapları verirler.

Öğrencidirler, sınavları vardır... Bu sınavın tarihini unuturlar ya da ne bileyim soruların hangi konulardan geleceğini bilmiyorlardır. Bunun suçlusu asla onlar değildir. Onlar ki öğrencilik gibi bir işi yapmayacak kadar mühim derecede ehemmiyet arzeden olaylarla uğraşmaktadırlar. Kız arkadaşı ile kavga etmiştir misal... Ya da arabasının tekeri yarılmıştır. Aman Tanrı'm dünyaya çarpacak göktaşı olsa bu kadar ciddi bir alarm seviyesine geçilemezdi herhalde... NE DEMEK LAN! KIZ ARKADAŞIYLA KAVGA ETMİŞ ADAM, SINAV NE LAN SINAV NE OĞLUM KİM TAKAR SINAVI! İşte biz faniler anlayamayız bu önemli insanların işlerini... "Öğrenci adamsın lan sen nasıl sınavda ne çıkacak dinlemezsin, nasıl sınav ne zaman bilmezsin nasıl o derse gelmezsin" deriz. Biz zavallıların aklının alamayacağı işleri vardır onların. Biz basit yorumlarımızla onların bütün bu dertlerinin arasında vız vız beyinlerini oyarız. Bize göre sınavdır, önemlidir. O nirvanaya ulaşmış canına yandıklarım için hiçbir şeydir.

Hoca devamsızlıktan bıraktıysa kuralları uygulamış değil, o adama takmıştır oğlum ne sandın... Hoca ki o kadar tez mez yazan, araştırma yapan akademik makale yazan adam ama tüm bu işlerine rağmen takmıştır. Çünkü o ulvi kişiler de en az bir akademik makale kadar önemlidir. Hoca sana bana takmaz, bizleri umursamaz. Ama onlara takar... O dönem hiç derse gelmemiş olmaları da önemli değildir mutlaka önemli bir sorun vardır. Mesela bir önceki gece gece kulübünde kankalarla eğlenildiği için sabah kalkılamamıştır. Bu önemli bir sorun sana bana olmaz hep o mühim abilere olur.

Her şeyi bilir onlar... Her derde devadırlar... Çok büyük işlerin adamıdırlar. Sorsan bir adet fatura dahi takip etmemiş olmaları, sınırlı para ile bir süre geçinmemiş olmaları, bir işle müşerref olmamışlıkları vardır elbet... Ama bu küçük işlerin adamı değildirler...

Oldum sanırlar... Olgun sanırlar... Çok afedersiniz biz basit insanlara göre bir sike derman olamayabilirler... Ama kendilerine göre mühimlikten patlıyorlardır...

Farklı dünyalardayız yeryüzünde yaşayan her bir insanla... En yakın sandığından bile bir kaç evren uzaktasın oysa ki...

7.12.2009

aşk -2-

Ben bu hikayeyi bir yerden biliyorum çocuk… Severek ayrılanlar, ayrı kalanların hikayesi bu. Daha önce milyonlarca kez yaşandı, milyonlarca kez daha yaşanacak. Sen bu öykülerdeki içi yanan insanlardan ne daha fazlasın ne daha eksiksin çocuk. Herkes ne kadar sevdiyse sen de o kadar sevdin işte. Herkesin kalbi ne kadar deliniyorsa seninki de o kadar açıldı. Hayır çocuk, abartmıyorum. Senin dediğini dedi hepsi de bana. Hepsi de “benimki bambaşka” diyordu. Ben gördüm, hepsi aynı…

Yıllar sonra bir gün baktığında bu dediklerime anlayacaksın sen de. Şimdi anlaman çok zor çünkü her şey çok taze. Bitmez dediğin aşk bitmedi, ama öyle bir hal aldı ki çocuk; yaptığın hiçbir şey doğru değil. Ne onunla olabilirsin artık, ne onsuz nefes alabilirsin. Öyle bir noktadasın ki, ileri gittikçe daha geriden başlıyorsun. Öyle bir yerdesin ki sen, kafayı yukarı çevirdikçe yere dönüyorsun. İşin daha kötüsü de çocuk, o da öyle. İkiniz birbirinizsiniz; seni tamamlayan şey o, onu tamamlayan şey sen… Hani bunu bilmesen, en azından o unuttu desen bir teselli olacak belki sana ama, öteki taraf da aynı. İşte seni cehennemin dibine sokan da bu.

Tükeniyorsun sen çocuk, tükenmemek için yaptığın her şey seni tüketiyor aslında farkında değilsin. Bunun farkında olduğunda zaten sana bu öğütlerim anlamsız gelecek. Dedim ya sana çocuk, sen de diğerlerinden farklı değilsin. Hiçbirimiz değiliz. Bu duygu aynı olduğu sürece de bu değişmeyecek.

Çaresizliğinin sevdandan geldiğini bilmek ne kadar da iç burkuyor değil mi? Sevmenin kötü olduğunu kimse söylememişti sana oysa. Sevilmek de kötü müdür peki çocuk? Sevilmek nasıl acıtabilir insanın içini? Acıtıyor işte. Sevilmeseydin böyle mi olurdu? Bıkardın giderdin bir yerde ve bu kadar boğulmazdın, bu kadar yanmazdın aşkının ateşinde.

Peki şimdi ne olacak çocuk? O başkasıyla, sen başkasıyla. Elbet bir gün karşılaşacaksınız, o zaman ne yapacaksın? Kokusu burnundan içeri girdiğinde, o baktığında içini titreten gözlerine odaklandığında ne yapacaksın? Dudakların yaklaşırken kafanı çevirip gidebilecek misin peki? Yapamayacaksın çocuk. Yapacağın tek şey, diğer sevgilere saygısızlık olur ancak. Aldatmak olur, aldanmak olur.

Aşkın dinamiklerini, doğrularını kimse anlayamamış da sen mi anlayacaksın çocuk? Sen mi çözeceksin bu varoluştan beri insanların hem içini kemiren, hem mutluluktan delirten duygunun sebebini? Sen mi derman olacaksın dertlere? Yorma kendini çocuk. Ne sana derman var, ne senden derman uman var. Yaşanması gereken şeyler var ve yaşayacaksın. İçin yanacak, ama dedim ya, dermanı yok bu işin.

Zaman geçecek, bazen duraksayacak, bazen tekrar alevlenecek. Ancak bu hep böyle sürüncemede gitmeyecek. Sana tek bir iyi haberim var çocuk, bir gün sen de unutacaksın. Unuttuğun gün ise seni bambaşka biri bekliyor olacak.

İşte o zaman kafanı kullanırsan mutlu olacaksın çocuk, ama ne yazık ki seni tanıyorum.

Sen, aşka doğru delicesine yola çıkacaksın…

2.12.2009

güzel günler

Güzel günlerin vaktidir şimdi
Hani sabaha karşı güneş doğmadan evvel
Deniz kokar ya sahildeki taşlar,
İlk ışığını yansıtır ya denizdeki birkaç aceleci su damlası güneşin,
Sabah vapurunu görürsün ya uzaktan geçer aheste aheste,
Anlarsın işte güzelliğe uyandığını..
Güzel günlerin vaktidir şimdi.
Uyandın sen çünkü, hem de böyle huzurlu bir güne uyandın..
Gülümsemek gereklidir şimdi
Çünkü gülümsedikçe gülümser sana şehir
Umudun vaktidir şimdi
Mucizeyi beklemek değil,
Mucize olmak gerektir.
Şairin dediği gibi
Motorları maviliklere sürmenin vakti gelmiştir...
Artık kötü günler eskidir, geridedir.
Vakit, meydan, huzurun ve neşenindir.

29.11.2009

mucize

mucize beklerim bugün de her gün gibi,
karşıma beklenmedik bir anda çıkıp
yeşertsin diye tüm ümitlerimi..
bağlasın diye beklerim beni tekrar
çoktan kopup gittiğimi düşündüğüm hayatıma...
bir çırpıda siliversin tüm dertleri
kaygıları ve acıları,
en mühimi de acımasızlıkları atsın
beynimden ve kalbimden..
mucize beklerim sakin ve usulcana,
başka çıkış yok; bilirim.
o yüzden sakin,
bir o kadar da serseriyim.
gelir de bir gün olur
mucize olma ihtimalinin bile mucize olduğu anda
birden gerçekleşiverirse,
gözümden düşerse tekrar mutluluk gözyaşları,
o zaman belki anlarım
bu hayatların, bu sevdaların mantığını...

26.11.2009

...

yalnızlığa selam durup
tutunurum sana sevgili,
olmasan o yalnızlık
ben olacaktım
biliyorum.

nerede bir yalnızlık görsem
bunu düşünürüm.

virgüllerle kesilmiş,
noktaya hasret
yalnızlık
sessizce.

işte sen olmasan
ben
dilsiz olurdum,
sessiz olurdum
biliyorum.

ne zaman yürüsem
karanlıkta,
usulca fısıldar bana.
nefesini ensemde hissederim
yalnızlığın
ve korkarım.

ya sen de noktalı bir yalancı virgülsen
salt bir nokta sandığım...

yalnızlıktan korktukça
sana sarılırım ben sevgili,
elime batarsan
ya virgülsün ya da yalancı noktalı virgül.
o vakit
iki nokta üst üste olur kendimi açarım
sana.

elime batmazsan,
noktasın sen sevgili
sonuma gelirsen biterim
sonum olursun.

elime sığmazsan sen sevgili
üç noktasın
uç noktasın
sonsuzum olursun
kapılır giderim sana
bir noktandan diğer noktana...



dost

dost dediklerime zaman ayıramıyorum uzun zamandır. meşguliyetler fazla, bir özür değil tabi ki bu. iyi planlama yapan herkes bir şekilde dost dediği adama vakit ayırır... ayırır değil mi?

dost... ne ki acaba? klasik bir çok tanımı var mesela; arkadaştan ayırıcı olarak... dost nedir diye düşünüyorum bir zamandır. vardığım sonuç ise şu; dost bir idedir, bir fikirdir. zihnimizde yarattığımız mükemmel ikinci adam rolünün yansımasıdır.

dost dediğin adam yeri gelicek seni en dibe çöktüğün yerde görecek, en sefil halini görecek ama ses etmeden seni kaldıracak. dışarıda bundan bahsetmeyecek. aranızda sessizce bir anlaşma ile kapanacak konu.

dost dediğin sana her şekilde destek verecek, mutlu anlarında seninle coşacak değil mi ya? zor zamanlarında seninle üzülecek, sana destek olacak, sen kadar hüzünlenecek. senle hüzünlenmeyen adama dost demem ben! öyle dost mu olur?

dostla geyik muhabbeti çevirebileceksin, ciddi mesele tartışabileceksin, rakı masasında muhabbete meze olacaksınız beraber. dostun muhabbetini içeceksin yerine göre.

dost budur değil mi? en derin sırlarını bilip de bilmezden gelecek. suskunlukta gökyüzü kadar derin olacak.

ama sen değil misin dostu yaratan? en dibe çöktüğün zamanda biri elini tutsun istemiyor musun? hatta birinin seni kaldırması için bilinç altında ortam hazırlamak için gayret sarfetmiyor musun? arıyorsun birini, yanında olabilecek birini öyle mi? değil işte, o an en yakınındaki paylaşıyor senin derdini. o oluyor dost bir anda. bir süre sonra farklı ortamlara giriyorsun. en büyük sevinçlerinden birini yaşıyorsun bir başkasının yanında. o oluyor dostun. çok içini dökmek istiyorsun en yakınındaki kişiyle bir an önce konuşmak istiyorsun hop yine değişti dost.

işte bunların arasında farklı konularda en çok paylaşımda bulunduğun adamalara dost diyorsun, kafandaki tanıma uyduruyorsun onları, oldukları gibi değil olmalarını istediğin gibi görüyor ve yaşıyorsun. zihninden yamalar yapıyorsun onun kişiliğine dost oluyor.

ne yazık ki bitmeyecek dostluk yoktur, kandırmayalım kendimizi! hiçbir dostluk ebediyen aynı derinlikte bağlarla sürmeyecektir. hayat farklı yerlere götürecektir sizi, hala dostum dersin ama aslında kafanda yarattığın dost anlamında çoktan başkaları almıştır o gidenin yerini. yenisini ikame etmeye en kolay şeylerden biridir dost. insanın kendisinden sonra en çok dayandığı kavram böylesine değişkendir.

bak işte farklı yerlerde farklı konulara dair kaç tane adama dost demişsin. bak arkana ya da bakma boşver düşün sadece. o kadar dost dediğin adamdan kaçı var hala? en kadim, en derin dost o farklı konularda, farklı mekanlarda en çok yakınında olabilmiş adam değil mi? ama unutuyorsun onu, ama en iyi dost o an ya da son zamanlarda en çok yanında olan. bu yanında olmak da fiziki anlamda ha, derin anlamlar aramaya gerek yok.

işte böyle riyakar insanoğlu... ben bunu farkettim uzunca bir süredir son sürat giden hayatımdaki anlık dost değişimleriyle. daha derin bağlarla dostluklar kurduğum insanlara vakit ayıramamam bunları düşündürdü bana.

ihmal ettiğim, derinlemesine paylaşıp sonradan yitip giden, arkasından bakmaya gitmeye vaktimin olmadığı, arayıp soramadığım, nerelerde neler yapıyor bilmediğim ama zamanında dost dediğim her dostumdan özür diliyorum... acı ama gerçek olarak bu özür hiçbir işe yaramayacak. kim bilir nerelerdeyiz? kimiyle dostluğumuzdan bir rakı sofrasının mis gibi kokusunun karıştığı son muhabbetimiz kalmıştır geriye arada bir hatırlanan; kimisiyle hatırlanmayan bir göz yaşı; bir başkası ile ise en mutlu anda sarıldığımızda birbirimizin üzerine sinen yitip gitmiş kokularımız. kimiyle içtiğimiz bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı hatıralarımızın derinlerinde... ama geri planda hep, kaybolmasa da tam yanımızda değil, gerilerinde zihinlerimizin.

yollarımız bir daha çakışmadıkça da çok nadiren aklımıza düşeceğiz. o son dostluk çerçevesinde bağ kurduğumuz anı soluk bir şekilde hatırlayacağız. ya gülümsyeceğiz tatlılıkla ya da kalplerimiz burkulacak hafiften bir ahüzünle ama bir kaç saniye. çünkü o birkaç saniye sonra o anki hayatımızın bizlere dayattığı şeyleri düşünüp yaşamaya geri döneceğiz fütursuzca.

ama bilin ki her bir saniye dostluğun hatırı var bu dakikadan sonra bende... hepsinin ayrı ayrı yeri var...



23.11.2009

ses-bir-ki

sıkıntıyla dolu günler olabildiğince yavaş ve huzursuz geçerken; bir yandan çıkış yolları ve çözümler ararken bir yandan da insanların gönlünü hoş tutabilmek gerçekten zor iş. insanlar birbirlerini sevebilmek için, beraber olabilmek için neden beklerler; daha doğrusu neyi beklerler bunu anlamak da çok zor. korkmanın, utanmanın, denememenin ne gibi bir faydası olabilir insana? ah öyle ya, burada da zaten blogumuzun amacı ortaya çıkıyor. faydası yok.. faydası yok ki şu an burada bu yazıları yazan biri var.. faydası yok ki birileri bu satırları okuyor...

aşkın mantığa karşı her zaman galip çıktığı gerçeği ortadayken, nedir bu kadar sonunu düşünerek hareket etme arzusu? içgüdüsel midir, spontane midir bilemeyeceğim ancak böyle şüpheleri insan ruhuyla doğrudan bağdaştırabilmek mümkün. insan doğası gereği şüphecidir ki bu günlere gelmiştir. şüpheci olmasaymış atalarımız, hala ateşi yakamamış olacaktık. bu odunu bu oduna sürtünce ne olur diye merak etmeseydiler, koyundan hiçbir farkımız olmayacaktı.

dest-i izdivaç tarzı programların aslında ne büyük işler yaptığını anlatmak isterdim ancak çok uykum geldi. kaldığımız yeri unutmayın, buradan devam ederiz.

3.11.2009

bitmeyecek gibi

hiç bitmeyecek gibi gelir insana her şey,
yürürken yol, otururken istirahat, uyurken rüyalar..
bitmeyecek gibi gelir uzun soluklu sevdalar
açılan yaralar kapanmaz,
yürek bir susunca coşamaz gibi gelir
coştuysa durdurulamaz gibi
hele aldıysa içine başka bir yüreği
bırakamaz gibi gelir...
yanıyorsa cayır cayır sönemez,
üşüyorsa ısınmaz gibi gelir..
ağlarken gözyaşı
yağarken yağmurun damlası bitmez,
kara bulutlar dağılmaz gibi gelir,
güneş tepedeyken hiç batmaz gibi gelir..
mutluluk sonsuza kadar sürerse eğer
aşk acıları neden bitemez gibi gelir?
yaşarken ömür, dertliyken hüzün
her şey bitmeyecek gibi gelir..
başımızdan geçenlere şaşırmamızın
ve onları kabullenememizin
işte salt ve gerçek sebebidir...

2.11.2009

yansımalar

Bitti dediğim nice sevdalar gördüm
Çıktı aklımdan
Düştü yakamdan dediğim nice yansımalar gördüm..
Nice yanılgılar...
Kelimeler yan yana geldiğinde anladım
Hiçbir şeyi unutamadığımı
Hiçbir şeyden vazgeçemediğimi
ve vazgeçmeyi aklımın ucundan dahi geçirmediğimi...
Kendimle savaşım bu
Kandaki alkol oranı yükseldikçe
Ve beyindeki mantık oranı düştükçe
Ve acımasızca pompaladıkça kalp hırçın hormonlarını
Vücudumun her köşesine;
Galip çıkma ihtimalim yokluğa doğru hızla ilerliyor.
Hayatla imtihanım bu
Sorular jilet gibi kestikçe bütün ruhumu
Cevaplar 5 şıktan herhangi biri değilse
Ve gözyaşlarım kadar gerçek ise her şey
Her gün kaldığım gibi
Bu gün de kalıyorum imtihandan..
ölüyorum..

13.10.2009

13 ekim

üç sene önce bu saatlerde öldü babaannem... dışarıda hüznüme eş değerde yağmur var... ne olur yağ; bütün gece yağ ne olur. hiç durmadan bütün gece tüm gücünle yağ yalvarırım... bu gece, en azından bir gece benimle ağla... tüm göz yaşı damlalarıma düş teker teker, oradan da içime... ama durma yalvarırım yağmur! durma tüm gücünle yağ, yıkarcasına hatta yakarcasına yağ ki bu gece yalnız ağlamayayım...

bina duvarlarının
gözyaşları
akıyor
her bir
13 ekim
akşamında...

ben bugün bu aptal zorunluluklar nedeniyle istanbul'a tıkılıp kalmamalıydım, bodrum'da denize nazır bir mezarın başında yağmalıydım. ama buradayım işte. o yüzden benimle yağ yağmur sana yalvarırım... bu gece yalnız bırakma beni...

o kadar yağalım ki uyumaya halimiz kalmasın, bayılalım kalalım gecenin ıssız bir köşesinde; ve o kadar karanlık ol ki, en azından bir süre kimse bulamasın bizi...

yağmur, ne olur kapkaranlık yağ, sinelim gecenin br köşesine beraber yağalım... sen sırılsıklam et beni, ben de yine beni. kimsenin bulamayacağı bir köşesine gidelim gecenin...

kendimizden geçene kadar,
halsizlikten bayılana kadar,
isyan ede ede;
haykırarak
yağalım beraber
sabaha kadar...

günün ilk ışıkları saldırırken kaçıp gidelim beraber... bir sonraki 13 ekim gecesine kadar...

12.10.2009

nafile

nafile

dünden kalma tatlı bir yorgunlukla
baksam sana,
ebedi bir huzurla
gözlerine dalsam,
yaşam kuş olup uçsa gitse...

geceden kalma bir yalnızlıkla
sarılsam sana,
ezelden kalma korkularımla
tenine dokunsam,
ölüm bile kıskansa rahatlığımı.

bir dakika önceden bir nefesle
haykırsam sana
kaygılar akıp gitse...

ve hiç olmayan bir varoluşla
düşünsem dünyayı...

nafile bu yaşam önümüzdeki
nafile ölümlere yönelik
nafile apansız inen korkular
nafile bu hiç
durmadan düşünmeler

çözümsüzlük kaplamış her bir duvarı.

11.10.2009

iki

yorucu bir günün ardından,
yazsam sana uzun uzun
anlatabilsem nelerden geçtiğimi
neleri yitirdiğimi
ve neleri göze aldığımı...
yaptığım hataları eklesem boynumdaki zincire
ağırlığıyla başımı öne eğsem..
bir aşk hikayesinin resmini çizebilsem..
güneş kırmızı, çiçekler bembeyaz olsa...
hayatlarımın, iyi niyetlerimin,
hissettiklerimin hepsini kopyalasam,
nüshasını versem sana
aslı bende kalsa..

bir menekşe

yine yılın en hüzünlü ayındayız; ekim...

yine gözlerim doluyor apansız, yine durup duruken dalıp gitmeler toprağın altına...

yine son 3 yıldır aynı olan hüzün, çok ama çok fazla bir hüzün.

ve bir menekşe. insana mutluluk veriyor o menekşe...

bir Babaanne'm vardı, 3 yıl öncesine kadar olduğunu fiziksel olarak hissedebildiğim bir Babaanne idi o. çok çok özeldi. inanır mısın, sıcacıktı elleri her daim. kolları bir kavradı mı sen O'nu bırakmak istemezdin... çok da güzel Güler'di hani. gülümsemesi bile sıcacık derler ya o misal işte. metaforik de değil üstelik, gerçekten sıcacıktı gülümsemesi.

küçüktüm, evdeki anne disiplininden kaçar giderdim özgür Babaanne diyarına. öyle ya, ödev yapmak yoktu orada, odamı toplamak da. üstüne dağıtma özgürlüğüm de vardı. koşabiliyordum da evin içerisinde durmadan; alt komşuya ses gidecekse Babaanne'me ne? ben eğleniyordum O'na yetiyordu. cumaları iple çekip pazarları tüm gücümle itiyordum. özgürlüğümün sınırları bu iki gün arasındaydı işte, cuma akşamüstü başlayıp pazar öğleden sonra bitiyordu.

velhasıl kelam, büyüdüm ama özgürlük yine de Babaanne demekti benim için. O'nun yanında rahattı her şey. yasak yoktu, ayıp yoktu, kendini kontrol yoktu, bir sürü şey yoktu işte ama var olanlar yetiyordu. sonsuz tolerans, sımsıcak bir çift kol, dünya'nın en güzel gülümsemesi ve limitsiz bir sevgi... O varken ağır gelmeyen bir sevgi...

bir gün, ki o bir gün 3 sene önce bu zamanlara tekabül eder, 13 ekim 2006 iken O olmadı bir anda. bir gün var bir gün yok işte insanoğlu kuş misali bile değil; saniye misali. bir var bir yok, evet tam anlamı ile bir sanniye misali. her ölüm gibi bu da erken geride kalanları için. O olmadığı anda, bu yeryüzünde O yokken ağır geldi o sevgi; ruhumu çok küçük parçalara ayıracak kadar ağır geldi; ezildim altında... bir mezar kazılmıştı, içine soktular beni. yukarıdan bembeyaz bir örtüye sarılı ağırca bir şey verdiler. zemine koydum. O'na en son dokunduğum an da oydu... sonra tırmadım o mezarın dışına, elime bir de kürek tutuşturdular. ben yavaşça bir kürek toprak bıraktım. incinsin istemezdim elbet. ama adetler varmış, gelenekler. herkes bir kürek toprak atmalıymış öyle dediler. elimden aldılar küreği. herkes birbiri ile yarışıyordu kürek için ama hiç biri benim gibi nazikçe atmadı toprağı. hunharca, alelacele son bir zorunluluğu yerine getirmekteydi herkes. ben öyle olsun istemedim halbuki. tüm zamanımı orada harcayabilirdim dünya'nın en son saniyesine kadar. yavaşça bırakarak o toprağı o bembeyaz örtünün üzerine. neyse işte, sonra dolduruldu o çukur, içinde kayboldu beyaz kefen. o kefenin son parçalarını toprağın altında gördüğüm saniye capcanlı zihnimde. bir saniye önce var. sonra bir kürek toprak ve tamamen yok... insanoğlu işte, bir saniye misali... ben kapanmıştım o toprağın üzerine. nafile gözyaşlarım ilk suyuydu toprağının... bodrum'da denize nazır yatıyor şimdi Babaanne'm. mezarından aldığım bir parça toprak da başucumda duruyor.

3 yıldır her gün O'nun sevgisinin altında ezildi ruhum. geçen her bir saniye ezdi beni... her fırsatını bulduğunda beni bodrum'a götürdü ayaklarım. O'nunla yitip giden özgürlüğümün peşinden gider gibi her fırsatta yanına gittim. bir mezar insana kendisini ne kadar özgür hissettirebiliyor bilemezsin. hem de kendine ait olmayan bir mezar. o kadar hüzünlü bir özgürlük ki hem de değme ölümde yok o hüzün.

3 yıl sonra bugün, ilk kez bir nebze hafifledi gönlümdeki bu sızı. çok çok küçük bir parça ayaklandı ruhum. bir menekşe sağladı bunu. evime giren bir menekşe bir nebze ışık getirdi kendisi ile. Babaannem'in boy boy menekşeleri vardı ölmezden önce. balkonunda, salonunda hep sıra sıra idi. özenle bakardı onlara. işte ben de bir menekşe aldım. çok çok minik bir parça özgürlük işte. bir menekşe insana huzur verir mi? tek bir saksı menekşe. mor mor çiçekleri var üzerinde. Güler gibiler bana... gülümsediklerine eminim.

3 yıl sonra bir menekşe ile çok küçük bir parça özgürlük buldu ruhum. menekşe'nin adını ise Güler koydum...

10.10.2009

bir

Bir başka gün başka şehirde
Tekrar var olabilseydik ikimiz de
Değiştirebilseydik tüm önyargıları
Ve uzun bir yolu
Yürüyebilseydik el ele..
Seyredebilseydik diğer insanları
Muzurca gülebilseydik arkasından
Sahte sevaların...
Kızılca bir çiçek olsaydı keşke
Ateş gibi, güneş gibi, yara gibi
Kıpkırmızı olsaydı
Utangaç bir çocuğun yanakları gibi...
Belki o anlatırdı bizim hikayemizi
Kim nerden bilebilirdi ki
Böyle yok olup gözlerden bir damla misali
Usul usul süzülebileceğimizi...

3.10.2009

yazı üzerine

yazmak;
yazmak hayat, yazmak yaşam, yazmak bir gereksinim bir istek değil ihtiyaç... tıpkı nefes almak gibi, karnın acıkınca yemek yemeyi istemek gibi... hayatın özü gibi değil ama; gerçekten hayatın özü... gibi orada bir fazlalık.

yazamamak;
yavaş ve ağrılı bir şekilde ölmek... nefes alabilmek ama hareket edememek, eskiden tanıdığın kişileri artık anımsamamak, duymamak, görmemek ve daha da fazlası... yazamamak, felçli bir insanın kendi çocuğunu görmesi, onu sevmek istemesi, tüm gücü ile ona uzanmaya çalışması ama başarısız olması sonrası duyduğu acı.

yazmamak;
yazmamak intihar etmek...

yeditepe sözlük

böyle de bir yer var...

-
http://www.sozlukyeditepe.org

gidiyoruz, yazıyoruz çiziktiriyoruz işte bir şeyler elimizden geldiğince... mümkün olduğunca çok yere yazmak istiyor insan. değişik sanal ortamlardan tut da bulduğu kağıt parçalarına; beyninin belki de bir daha hiç kullanmamak üzere unutacağı küçük ve gizli kıvrımlarına; hatta bazen karşısındaki insanın yüz hatlarına...

bazen hemen bulabileceği, somut olarak elinde kalabilecek yerlere; bazen ise havaya nefesle yazılmış gibi bir rüzgarla darmaduman olacak kelimelere.

ama öyle ama böyle...

türkiye'deki eğitim sorunu

gündemimizin çok yoğun olduğu, özellikle kürt açılımının konuşulduğu şu günlerde ortalık ziyadesi ile karışık. siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, sanatçılar, aydınlar, asker, hükümet, cumhurbaşkanlığı ve halktan konu ile ilgili değişik tepkiler, farklı yaklaşımlar mevcut. açılımın içeriği benim yazıyı yazdığım şu günlerde tam anlamı ile ana hatlarıyla belirlenmemiş olduğundan ortalık toz duman. her cenahtan, karşısındakini pek de anlamaya çalışmadan kendi fikrini empoze etmeye yönelik yaklaşımlar görüyoruz.

ama tartışmalar ne yazık ki muallakta kalan, yüzeysel ilerleyen bir yörüngede devam ediyor. demokratik açılım günümüz şartlarıyla incelenir ve içeriği oluşturulmaya çalışılırken en önemli ve her şeyin başlangıcı olan nokta nedense unutuluyor. "eğitim"... işin eğitimle ilgili güncel ve tarihi boyutları incelenmiyor. bu açılım fikrini destekleyenler için geçerli değil sadece. bu açılıma tümüyle karşı olanlar için de aynı şey söz konusu. herkes işin siyasi yanından yaklaşıyor olaya. oysa ki bu kadar insani bir konu siyasete alet edilmeden, iyi bir programla, etkin bir biçimde çözülmeli. ama her zaman olduğu gibi tartışmalara katılan tüm kesimlerin de katkısı ile eğitim bir kez daha siyasetin gölgesinde kalıyor, tıpkı daha önce sayısız kereler kaldığı gibi...

türkiye'nin en büyük sorunu bu görmezden gelinen eğitim aslında. çünkü her şeyin kökeni bu konuya iniyor. bir yerde tartışma üslubu bilinmiyorsa, üzerine tartışılan konu ile ilgili değişik ve yaratıcı yaklaşımlarda bulunulamıyorsa, empati yapılamıyorsa problemler çoğalır. tüm bu saydıklarımın yapılamaması ise yaratıcılıktan uzak, ezberci, günü kurtarma üzerine kurulu eğitim düzeninden kaynaklanmaktadır. küçüklüğümüzden, bizden önce de babalarımızın küçüklüğünden beri temcit pilavı gibi ezberletilen paket programlar, düşünmeyi ve yaratıcılığı özendirmekten uzak müfredatlar arasında sıkışıp kalmış, yaratmaktan ve üretmekten uzak 70 milyonu aşkın nüfuslu bir toplum halindeyiz. bilime inancımız, ezbere güvenimizin ardında sıkışıp kalmış durumda. ezber bozamıyoruz yani. farklı fikirlerden kişiler de ezber bozduklarını sansalar da yanılıyorlar. kendi fikir akımlarını sürekli tekrarlayıp tek doğru gibi göstererek, başka fikirlere olan fütursuz saygısızlıkları ile, aynı şeyleri tekrarlıyorlar. eğitim gibi bir konuda bile uzlaşılamıyor, partizanlık ağır basıyor.

bu bir kısır döngü aslında; siyaset kültürümüzün eksikliğinden kaynaklanıyor. siyasi kültür eksikliği de çarpık bir eğitim düzeninden. bunun yanı sıra yıllarca eğitim ile ilgisi olmayan kişilerin eğitim bakanlığı görevinde bulunduğunu da gördük. biraz açmak gerekirse; yine daha önce bahsettiğim partizanlığa ve siyasetin diğer tüm toplumsal olayları katletmesine geliyoruz. eğitim siyasete alet edilmemesi gerekecek kadar önemli ve hassas bir konu, bir ülkenin ileri gitmesi için temel taştır. biz, klişe deyimle, futbol takımı tutar gibi siyasi parti tutmaktayız oysa. siyaset kültürümüz, a partisinin siyah dediğine, o şey siyahsa bile en iyi ihtimalle gri diyen b partisi mantığından kurtulamamış durumda. bu, rasyonel olmak yerine duygusal olmaktan kaynaklanmakta ki onun da kökenine inersek "bilimsel metodların etkili uygulanması ile organize edilmiş bir eğitim sisteminin" eksikliğini görürüz. oysa ki eğitim, ortak sorumluluk kapsamındadır. aynı zamanda da "sosyal devlet" anlayışının en temel ögelerinden biridir. toplumun her kesiminin -siyasi partiler, stk'lar vb.- böyle bir konuda, diğerine fikrini üstün getirmeye çalışmak yerine ortak çalışması lazımdır. burada yapılması gereken, ortak katılınan bir süreç ile, yapıcı eleştiriler ile, bir an olsun farklı siyasi akımlardan olduğunu unutarak ortak bir paydada buluşmak ve bir ortak çözüm aramak olmalıdır. partiler dış politika gibi bir konuda farklı yaklaşımlarda olabilir, ekonomi ile ilgili meselelerde farklı çözüm yolları öngörebilirler. ama sosyal devlet anlayışı gereğince, eğitim gibi bir konuda partizanlık yapmak bu ülkeye en büyük zararları vermektedir.

eğitim konusunda işini iyi yapan, özverili insanları gerekli görevlere getirmek yerine farklı fikirlerinden dolayı uzaklaştırmayı iyi beceriyoruz. partizanlıktan geliyor bu da. oysa ki eğitim konusunda biri bir iş yapıyorsa, onu yıkıp yeniden kendi beğendiğin şekliyle yapmak yerine üzerine kendi stilinle bir katkıda bulunmak daha doğru olmaz mı? oysa bizde kadrolaşma denen kanser var. kim iktidara gelse benzer kadrolaşma haberleri sürekli olarak ortaya atılıyor. yani işini iyi yapandan ziyade üstüne sirin gözükenin görevi başında kalması söz konusu. okul müdüründen farklı düşünen öğretmen bir okulda çeşitli zorluklarla karşılaşabiliyor. düşünebiliyor musunuz? özgür düşünceyi genç nesillere öğretecek insanlar bile bir nevi kısıtlanabiliyorlar. fikirlerinden dolayı zor durumda kalabiliyorlar. aileleri gençlere üniversiterdeyken "aman çocuğum olaylara karışma", lisedeyken "aman çocuğum öğretmeninle tartışma" diyebiliyorlar. ne kadar aciz bir durum değil mi? farklı fikrini bildirmek isteyen çocuk, bu kadar dar boğazlarda takılıyor doğal olarak. özgür düşünceyi geliştiremiyoruz. bir noktadan sonra ise özgür düşünmeye çalışan bir avuç insan kalıyor, onlar da farklılaşmadan, değişimden korkan milyonlar arasında kayboluyor.

öğretilirken de kısıtlanıyoruz. yıllardır tarih kitapları atatürk'ün ölümü ile sonlandırılıyor. 1938'den bu yana bu ülkede ya da dünya'da hiçbir değişiklik olmadı mı? zaman kendi başına akıp giderken zaten tarih olmuyor mu aslında? yakın tarihi kendi isteğiyle araştırıp okumadıkça bilemiyoruz. edebiyatta yıllardır aynı yazarlar, şairler öğretiliyor. bu ülke geçtiğimiz 30-40 yılda yeni bir edebiyatçı yetiştiremedi mi? din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde diğer tüm inançlar 2 sayfayla geçiştirilirken tek bir inanç sayfalar tutabiliyor. bir inanç diğerinden daha mı üstün? yıllardır fizik, kimya, biyoloji gibi derslerde kitap, formül ezberledik. bir proje yapamaz mıydık? beden eğitim dersleri boş ders olmak yerine başarılı atletler yetiştiremez miydi? 70 milyonluk ülkede atletizm yarışmalarında başarısız oluyoruz. örneğin, berlin'de düzenlenen son dünya atletizm şampiyonası'nda tek bronz madalyamız var o da bu ülkede eğitilmiş bir kişi değil, güney afrika'dan transfer. resim derslerinde zorla boyama yaptırıldık önce, müzik derslerinde ise blok flüt çaldırıldık. zamanla "boş ders" oldu bunlar da, öss'ye çalıştık. ünlü ressamları, çığır aşmış kompozörleri öğretemez miydi bize öğretmenlerimiz? üniversiteye geldik, özgür düşünce bekledik; düşüncelerinden dolayı fişlenen ya da o dersin öğretmeni ile fikirleri çatışıyor diye o dersten kalan öğrencilerden tutun da o üniversitenin rektörü hoşlanmaz diye konuşulamayan fikirler yok mu? özgür düşünce ne yazık ki eğitim kurumlarımızın hiçbirinde tam anlamı ile mevcut değil.

bu noktada "doğru" kavramı incelenmelidir. özellikle sosyal bilimlerde tek bir doğru olmadığı artık genel bir kabul halini almış durumda. eğitim metodları da aynı doğrultuda değerlendirilmeli. tek bir doğru metod yok, farklı metodların farklı yönleri uygun olabilir beraber iyi monte edilirlerse daha başarılı olabilirler. ama o noktada yine partizanlığa dönüyoruz ve sadece kendi yöntemimiz doğru zannediyoruz ki bu en büyük yanılgı oluyor. başta da değindiğim gibi paket programlarla ezber üzerine eğitildik, öğretildik. farklı bir bilginin doğruluğu ihtimal bile olamadı. objektif olamadı ders kitapları bir türlü. farklı ülke edebiyatlarına ise pek de giremedik. yerli ya da yabancı bir takım yazarlar yılalrca sansürlendi. bu noktada empati yapılamamasının en büyük nedeni ise karşındakine insan olarak ve o kişinin fikrine değer verilmemesi; kendi fikrini en üst düzeyde doğru bulmakla alakalı. bu da hümanizm gibi bir akımın daha küçük yaşlarda insanlara verilmemesi ya da verilememesinden kaynaklanıyor. yani karşındakinin dediğine hiçbir şekilde itibar etmemekten... insana değer vermeyen, o insanın düşüncesine de dolayısı ile önem vermiyor.


ülkenin genel beğeni toplama konusunda en başarılı milli eğitim bakanı hasan ali yücel, hasan ali yücel klasikler dizisi'nden çıkan thomas more'un hümanist akımın başyapıtlarından sayılan ütopya'sının da en başında bulunan 23 haziran 1941 tarihli yazısında hümanizme, sanata, farklı milletlerin edebi eserlerine dair şöyle diyor:

" hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar. sanat şubeleri içinde edebiyat, bu ifadenin zihin unsurları en zengin olanıdır. bunun içindir ki bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi; zeka ve anlama kudretidi o eserler nispetinde artırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. işte tercüma faaliyetini, biz, bu bakımdan ehemmiyetli ve medeniyet davamız için müessir bellemekteyiz. zekasının her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevch edebilmiş milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir tesire sahiptir. bu tesirdeki fert ve cemiyet (birey ve toplum) ittisali, zamanda ve mekanda bütün hudutları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. hangi milletin kütüphanesi bu yönden zenginse o millet, medeniyet aleminde daha yüksek bir idrak seviyesinde demektir. bu itibarla tercüme hareketini sistemli ve dikkatli bir surette idare etmek, türk irfanının en önemli bir cephesini kuvvetlendirmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir. bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemeyen türk münevverlerine şükranla duyguluyum. onların himmetleri ile beş sene içinde, hiç değilse, devlet eli ile yüz ciltlik, hususi teşebbüslerin gayreti ve gene devletin yardımı ile, onun dört beş misli fazla olmak üzere zengin bir tercüme kütüphanemiz olacaktır. bilhassa türk dilinin, bu emeklerden elde edeceği büyük faydayı düşünüp de şimdiden tercüme faaliyetine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir türk okuru için mümkün olmayacaktır." "

bu yazı her ne kadar aslen tercüme faaliyetlerinin önemini belirtmek amacı ile yazılmış da olsa bizim eğitim sistemimizde ta en başta nelerin hedeflendiği ama nerelere geldiğimz konusunda önemli bir kaynak olmakla beraber eğitim ile ilgili çok önemli noktalara da değinmektedir. öncelikle hümanizm akımının önemini belirtiyor. sonrasında farklı milletlerin yazınlarının idrak edilmesinin, yaratıcılığa ve kültür seviyesine etkilerinden bahsediliyor. hangi milletin kütüphanesi farklı eserler anlamında daha zenginse o milletin daha ileri gideceği belirtiliyor. katılmamak mümkün değil. biz ne yapıyoruz? bırakın farklı milletleri kendi yazarlarımızı bile farklı fikir veya ideolojileri nedeni ile sansürlüyoruz. yazdıklarından dolayı davalar açıyoruz. en ufak bir farklı fikre tahammülümüz en alt düzeyde ne yazık ki! sanatı tam anlamı ile sindirmiş de değiliz.

bu noktada ekonomik unurların büyük rol oynadığı da bir gerçek. öncelikle bireylerin, daha sonra da devletin ekonomik durumunun ve bu ekonomi içerisinde bilim, sanat, eğitime ayırabildiği paranın bu noktada eğitim sorunu ile direkt alakalı olduğu yadsınamaz. birey açısından bakıldığında geçim derdinde bir ailenin sanata ayırabileceği bütçe son derece kısıtlı olacak, belki de hiç olmayacaktır. bu noktada eğer devlet, "sosyal devlet" olma iddiasında ise devreye girmelidir. eğitim sistemini, öğretim kurumlarını düzgün bir şekilde organize etmeli ve tek başına bu alanlara ulaşamayacak durumda olan bireylere bilim, sanat ve eğitimi etkin bir şekilde getirmelidir. bu noktada düzgün bir organizasyon yapılmalıdır. max weber'in belirttiği anlamda, işlerin kolay ve etkin biçimde yürümesini sağlayan hızlı bir bürokrasi bu organizasyonun en iyi şekilde ilerlemesini sağlamalıdır. bu noktada "modern devlet" kavramı, bu kavramdan "sosyal devlet" ve "ulus devlet" kavramlarına geçiş, bu devlet tiplerinde eğitimin yeri ekseriyetle incelenmelidir.

tarihsel gelişimi kısaca inceleyelim. modern devlet tipi ne zaman ve nasıl oluştuğu hakkındaki görüşler çeşitlilik gösteren devletlerdir. eski genel kabule göre vergi toplamanın tekelleşmesi ve meşru kuvvet kullanımının tekelleşmesi ve bunlara karşı bireyin kabul göstermesi bu modern devlet kavramını ortaya çıkarmıştır. max weber'e göre ise bu kavramlara güçlü bir de bürokrasi lazımdır. bu yolla bu tekelleşmeler yeni kazanılan topraklarda, sınırlar içerisinde kuvvetli bir şekilde kurulabilecektir. norbert elias'a göre ise bu kavramlara bir de eğitimin tekelleşmesi eklenmeli, yani ulus devlet veya benzeri bir yapı ortaya çıkarılarak modern devletin sürekliliği sağlanmalıdır. bazılarına göre ise tüm bu süreçlerden geçmiş ve en sonunda serbest piayasa ekonomisini benimsemiş devletler modern devlettir. son olarak başka bir düşünceye göre ise sosyal devlet, modern devlettir. kısaca minumum gereksinimler vergi toplamanın tekelleşmesi ve meşru güç kullanımının tekelleşmesi üzerinedir. vergi toplamanın tekelleşmesi; max weber ve de norbert elias'a göre devlet otoritesinin ve merkezi devletin tahsis edilmesinde büyük öneme sahip tekelleşmedir. her iki düşünüre göre de bu tekel, meşru kuvvet kullanımının tekelleşmesine büyük katkı sağlar. zaten bu iki tekelleşme birleşip modern devlet kavramının temelini oluşturur. eğer vergiler güçlü ve organize bir şekilde toplanırsa, iyi bir askeri güç organize edilebilecektir. bu şekilde de o güçle vergi toplanmasında sorunlar azaltılacaktır. yani bu bir döngüdür. birbirinin sağlaması gibidir. meşru kuvvet kullanımının tekelleşmesi; max weber ve norbert elias'a göre vergi toplamanın tekelleşmesi ile modern devletin çekirdeğini oluşturan tekelleşmedir. bir devlet içerisinde kullanılan gücün meşru olması sadece bu güç devlet tarafından kullanılıyorsa geçerli olmalıdır. devlet bunu sağlamalıdır. merkezi devletin sınırlar içerisinde başkasının güç kullanmasına izin vermemesi, bu kullanımı tekelleştirmesi gerekmektedir. yoksa herkes kendi adaletini sağlamaya çalışıur ve ortalık çeteden, derin devlet oluşumlarından geçilemez. bunun yanında güçlü bir merkezi ve tek elde toplanmış meşru güç kullanımı, verginin toplanması açısından da yardımcı olacaktır. yani bu bir sarmal olarak devam edecektir. bürokrasi ise bunların iyi işlemesinin güvencesi olacaktır. bürokrasi; her ne kadar günümüzdeki anlamı kırtasiye işi olarak bilinse de aslında çok önemli bir kavramdır. weberiyen anlamı ile düşünürsek devletin ta kendisidir. devletin işleyişinin can damarıdır. devlet otoritesinin tesisi vergi toplamanın tekelleşmesi ve meşru güç kullanımının tekelleşmesine bağlıdır. bu modern devletin özüdür. işte bürokrasi, bir devletin sınırları içerisinde bu tekelleşmelerin iyi işlemesi ve kuvvetli bir şekilde denetlenmes için gerekli olan yapıdır. vergiyi toplayan ve meşru gücü oluşturan yapıları düzenler ve kontrol eder. weber'den farklı olarak elias'a göre bir de bunlara eğitimin tekelleşmesi eklenirse ulus devlete ulaşılıp modern devlet süreci tamamlanacaktır. bir devleti zayıflatmak istiyorsanız önce bürokrasisini işlemez hale getirmelisiniz. daha sonra bununla bağlantılı olarak eğitim sistemini... zaten gerisi toplumsal düzenin bozulması ve devlet kurumlarının işleyişinin tıkanması olarak gelecektir. bu şekilde de devletin zayıflaması sağlanacaktır.

eğitimin tekelleşmesi ise milli eğitim kavramının doğmasındaki en büyük etkendir. tek bir kaynağa bağlanan eğitim, bu yolla devletin istediği yönde gidecektir. norbert elias'a göre devlet bu yolla kendisinin devamını garanti altına almak istemektedir. bazı semboller yaratılacak, bu şekilde insanlar davranmaları istenen şekilde harfi harfine kodlanacaklardır. saygı duymaları gereken kurumlardan, nefret etmeleri gereken oluşumlara kadar her şey, bu kodlamanın içeriğini oluşturacaktır. ayrıca norbert elias'ın bahsettiği anlamda modern insan kavramının oluşması için en önemli gereksinim bu eğitimin tekelleşmesidir. milli eğitim modern devlet'in oluşması sürecinde vergi toplamanın tekelleşmesi ve meşru kuvvet kullanımının tekelleşmesi sonrasında gelen eğitimin tekelleşmesi sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan, modern insanın formasyonunda büyük önemi olan kavramdır. modern devletin son şekli olduğu bazı kesimlerce iddia edilen ulus devletin devam etmesi için de vazgeçilmezdir. milli eğitim, bir devlette bireylerin devlete sadakatini tesis etmek üzere kullanılmaktadır. ezbere dayalı br sisteme kayma riski büyüktür. bir devletin üzerine kurulduğu prensipler kafalarına vurularak öğrencinin kafasına sokulur. bu değerler sürekli övülür, yüceleştirilir hatta kutsallaştırılır. bu değerlerin zorlama ile de olsa içselleştirilmesi söz konusudur. verilen kavram sorgulanmadan "iyi, kutsal, önemli" olarak içselleştirilir. ulus devletin milli eğitiminin en büyük amacı budur. böylece devlet, istenilen ölçüde, istenilen kurumları ile istenilen şekilde insanların aklında yer edecektir. bu ise ulus devlet kavramının garantörüdür. ulus devlet, bazı çevrelerce modern devletin en son safhası olduğu söylenen devlettir. milli eğitim eliyle kurulur. fransız ihtilali çıkış noktasıdır. içerisindeki vatandaşlarından pek fazla sorgulamadan ulusun dolayısı ile devletin bekası için çalışmaları beklenir. burada bir ulusun baskın öge olduğu ve devlet ile iç içe geçmiş olduğu görülür. örneğin türkiye'de bir çok azınlık, farklı uluslara mensup kişiler de vardır ama türkiye bir türk devleti olarak anılır. aynı şekilde fransa'da da bir çok azınlık olmasına rağmen devlet, fransız ulusu ile neredeyse aynı anlama gelmektedir. fransa örneğinde milli eğitimin önemi büyüktür. genelde fransız ailelere mensup, ekonomik durumu yerinde kişiler yüksek öğrenimlerini belli başlı okullarda alırlar. bu okullar direkt devlet yönetimine insan yetiştirmekle görevlidirler. bu okullardan çıkabilenler de genelde fransız olduklarından yönetimde azınlık mensupları çok fazla bulunmaz. bu konuda tabi ki istisnalar da bulunmaktadır ki bunların en önemlisi, fransız eğitim sistemini en çok eleştiren ünlü sosyolog pierre bourdieu'dür. kendisi de bir istisna olmasına rağmen bourdieu, fransa'da eğitimin burjuva değerleri üzerine kurulduğunu ve bu okullara da burjuva ailelerinin çocuklarının daha rahat uyum sağladıklarını söyler. bu şekilde azınlık mensuplarına ya da ekonomik durumu düşük olanlara çok da iyi bir eğitim sunulmadığından ve bu nedenle onların gelişip kalkınamayacağından bahsetmektedir.

aynı zamanda bu ulus devletin devamlılığını sağlayan bir öğe de, milli eğitim ile kodlanmış değerleri zaman içerisinde içselleştiren ve modern insan adı ile anılan bireyin devamlılığıdır. modern insan: norbert elias'a göre insanın modern devlet oluşumunda gerekli olan tekelleşmeleri içselleştirmesi ile ortaya çıkan insan türüdür. özellikle eğitimin tekelleşmesi sonucunda ortaya çıkan milli eğitim insanın bu içselleştirme sürecinde en çok muhattap olduğu kavramdır. tekelleşmiş bu eğitim ile hangi hareketlerin doğru, hangilerinin yanlış olduğu insana empoze edilmektedir. bunun sonucunda insan zamanla bu empoze edilenleri düşünüp sorgulamaktan uzakşalmakta, bu milli eğitim eliyle kendisine verilen değerleri direkt olarak içselleştirmektedir. bu içselleştirme süreci tepeden inme değildir. ilk önce meşru kuvvet kullanımının tekelleşmesi ile başlar. birey, önce korku kavramı ile yoğrulur. devletin hoşuna gitmeyecek bazı hareketleri yaptığı zaman bu meşru güç kaynağının tepesine bineceğini bilir. bu korku zamanla milli eğitim yolu ile "yapılmaması gereken, kötü şeyler" seviyesine indirgenmektedir. yani insan artık yapmak isteyip de korktuğu için bir şeyleri yapmamaktan ziyade o işin yanlış olduğunu düşündüğü için yapmama seviyesine gelir. ama "kötü" kavramının kime göre neye göre olduğunu düşünmez. modern devletin kendisine verdiği bu "kötü" konseptini içselleştirir. bu şekilde de devletin istediği formasyona maruz kalmış bireyler oluşur. bu süreç şiddetten arındırıcı bir süreç olması açısından iyi gibi gözükse de insanı düşünmekten alıkoyan, sorgulatmayan yapısı ile tek tip insan yaratması sonucunu verdiği için olumsuz olarak da algılanabilir. modern insan, modern devletin -yani burada anlatılan yönü ile ulus devletin- en önemli yapı taşıdır. içselleştirdiği bilgilerle devletin devamlılığının sigortası olmuştur.

o zaman öncelikle türkiye'nin buradaki tanımlara ne denli uyduğunu incelemek gerekir. meşru kuvvet kullanımının tekelleştirilmesi noktasında, çevrede dolaşan pnca çete yardımı ile de diyebiliriz ki türkiye başarısızdır. vergi toplamanın tekelleşmesi konusunda bir sorun yaşamayan türkiye, bu tek elde toplanan vergilerin etkin bir biçimde toplanması noktasında problem yaşamaktadır ki bunun da en büyük nedeni organize çalışan, devlete itici güç olması gereken, dinamik bir yapıda olması istenen bürokrasinin hantallığıdır. tüm bu oynak zemin üzerine dikilmesi hedeflenen yüksek bina, yani eğitimin tekelleşmesi yolu ile ortaya çıkması öngörülen milli eğitim ne yazık ki sıkıntılı durumdadır. her şeyden önce dershane denilen yerlerin açılması alternatif okul sistemini kurmuştur. her ne kadar bu kurumlar da milli eğitim bakanlığı'na bağlı olsalar dahi etkin bir şekilde kontrol edilmekten uzaktırlar. bununla beraber lise düzeyi geçildikten sonra da denetimdeki gevşeklilten de bir aşırı sertliğe geçiş görülmektedir. yök aslı kurumun olması, yani sadece var olması bile, özel dahi olsa üniversitelerin her daim baskı altında olduğunu gösteren bir kanıttır. her daim baskı altında olan kurumlarda da özgür düşüncenin gelişmesini beklemek hayalcilik olacaktır. oysa ki burada tasviri mevcut olan modern insan'ın kendi isteği ile, belki farkında dahi olmadan ama karşı da çıkmadan dışarıdan, özellikle devlet tarafından, empoze edilen durumları içselleştirmesi öngörülmüştür. ama yök gibi bir kavram varken ve ilköğretim bu kadar sallantıda iken bu gönüllü içselleştirme asla gerçekleşmeyecektir. bir devlet düşünün ki kendi vatandaşlarına ihtiyaçları olan eğitimi veremiyor ve dershanelere ihtiyaç duyuyor. bu dershaneler kendisine bağlı okulların ciddiyetini minimuma indiren kurumlarken hem de. sağlıklı bir ulus devlet kurulmak isteniyorsa milli eğitim en çok önem verilen noktalardan olmalı, bu kadar hafife alınmamalıdır. bir ülkenin geleceği, verdiği eğitim ile milim milim kurulur. bu, şakaya gelecek bir kavram değildir.

bununla beraber sosyal devleti, modern devlet olarak yorumlayanlar da vardır. sosyal devlet, en kaba anlamı ile hiçbir din, dil, ırk, ideolojii, düşünce vb. ayrımı yapmaksızın; bireyin en temel haklarını ona tatmin edici bir seviyede ücretsiz olarak sunabilen devlettir. bazılarına göre modern devlet tanımında son nokta da budur, ulus devletin bir adım ötesine geçilmiştir. demin de incelediğimiz üzere türkiye tam yapılanmasını sağlayabilmiş bir ulus devlet değildir. bireyin en temel haklarını ona tam ücretsiz ya da en azından kar amacı gütmeden yeterli derecede sağlamadığı da ortada. en temel haklardan biri olan eğitim alanının her yeri rant alanına dönmüş durumda. yine temel haklardan olan ve kar amacı güdülmeden verilmesi gereken ücretli bir servis olarak haberleşme hakkı var. telefon şebekesi de özelleştirilmiş. bunlar, türkiye'nin sosyal devlet de olmadığına dair örnekler. türkiye'de eğitime harcanan para da her zaman için savunmaya harcanan paranın gerisinde kalmıştır. sadece 2009 yılı merkezi yönetim bütçe kanunu içerisinde eğitime ayrılan bütçe savunmaya ayrılan bütçeyi geçmişse de bağımsız eğitimciler sendikası'nın yayınladığı rapora göre bu sene için 27 milyar 883 milyon tl ayrılması planlanan bütçenin 18 milyar 488 milyon tl'si personel maaşlarına giderken, yatırımlara ayrılan pay sadece 2 milyar 780 milyon tl düzeyinde kaldı. araştırma, bütçeden en büyük payın eğitime ayrılmadığını da gözler önüne serdi. su, telefon, bakım, onarım, boya ve yakacak gibi zaruri giderlerin dahi karşılanmasında zorlanılırken; derslik, spor salonu ve laboratuar gibi fiziksel altyapı eksikliklerini bu yatırım bütçesiyle ve geriye kalan bu meblağ ile karşılanmasının mümkün olmadığı belirtildi. "yatırım bütçesi" olarak bakıldığında milli eğitim bakanlığı yatırım bütçesi 2 milyar 780 milyon ytl olarak öngörülürken sağlık bakanlığı yatırım bütçesi 5 milyar 780 milyon ytl, milli savunma bakanlığı yatırım bütçesi ise 7 milyar 324 milyon ytl olarak belirlendi. yani halen daha eğitim, savunmayı geçebilmiş durumda değil. yine rapora göre türkiye'deki kamu çalışanlarının neredeyse yarısını bünyesinde barındıran milli eğitim bakanlığı'nın bütçesi personel maaşları ve sosyal güvenlik kesintisinin ardından çok küçük kalıyor. son olarak da raporun bitiminde artan öğrenci ve üniversite sayısına karşın eğitim harcamalarının milli gelir içindeki payını her yıl kümülatif olarak daha da aşağılara çekildiği, üç yıllık yapılan bütçeye göre, yükseköğretim ve milli eğitim bakanlığı bütçesinin gsmh içindeki payının azaltıldığı belirtildi. araştırmada, 2003 yılında milli eğitim bakanlığı'na ayrılan bütçenin gsmh'ye oranının yüzde 2.85 olduğu belirtilirken, öğrenci ve öğretmen sayısındaki artışa karşın bu oranın 2009 yılı bütçesinde yüzde 2.80'e düştüğüne vurgu yapıldı. 2009 bütçesiyle milli gelirden eğitime ayırdığı pay yüzde 2.80 olan türkiye'nin, 30 oecd ülkesi içinde eğitime en az pay ayıran ülke konumunda olduğuna da işaret edilen araştırmada, oecd ülkeleri ortalamasında eğitime gsyih'nın yüzde 6.3'ü pay ayrıldığı belirtildi. öğrenci sayısı ülkemizden çok daha az olan ülkeler, eğitime bizim ayırdığımızdan çok daha yüksek yatırım bütçeleri öngörmekteler.

tüm bunlara ek olarak da ülkenin çeşitli illerinde istatistiklerin ve koşulların değişiklik göstermesi sorunu var. sosyal devlet olma iddiasındaki türkiye'nin doğusundaki eğitim imkanları ile batısındaki eğitim imkanları arasında bir sosyal devletin asla oluşmasına izin vermeyeceği türden bir uçurum var. sosyal devlet, üzerinde hakimiyet kurduğu toprak parçasının her bir metrekaresinde minimum gereksinimleri tatmin edici bir düzeyde ve eşit olarak sağlamakla yükümlüdür. sosyal bir hukuk devleti olduğunu iddia eden türkiye, bu konuda aslında çok yol almalıdır. bu bilinci yerleştirebilmek de esasen eğitim alanında köklü reformlar yapmaktan geçmektedir. ezbere dayalı eğitimden pratiğe, uygulamalı öğretime geçmelidir. kadrolaşma politikalarından hakkaniyete göre görev dağıtımına başlanmalıdır. bir pay katkıyı bir hükümet yapıyorsa onu yıkmadan üzerine diğer bir pay katkıyı da sonraki gelen hükümet yapmalıdır.


biz genciz, biz yarınlarız, biz geleceğiz... kişisel çıkarlar, rant kavgaları, adaletsiz uygulamalar bizim önümüzü, ülkenin de yarınlarını karartmasın...

---

yararlanılan kaynaklar:

-norbert elias - uygarlık süreci
-bağımsız eğitimciler sendikacı (bes) 2009 yılı merkezi yönetim bütçe kanunu tasarısı üzerine araştırma ve rapor
-
http://www.tbmm.gov.tr
-
http://www.bumko.gov.tr

-ve en önemlisi olarak da yıllardır bu sistemin ağırlığını omuzlarında hisseden ve bu sistemi, dışarıdan bakıp da yorum yapan herkesten çok daha iyi bilen genç insanlar...

28.09.2009

gece yaşamayı seçenler

Biz gece yaşamayı seçenler
Bir kara bulut gibi dolu
Bir kara bulut kadar yoğun gözyaşları içerenler..
Simsiyah denizi hissedebilenler
Gözleriyle değil,
Yürekleriyle görebilenler.
Ortalık karardıkça içi aydınlananlar..
Biz gececiler...
Mekanlar birer birer kapanırken
Ve normal insanlar uykuya dalmak üzereyken
Göz kapakları teker teker aşağıya inerken
Sessiz ve hissettirmeden...
Şehrin uyuduğunu zannederken
Aslında gece ayılmış bir sarhoş kadar hırçınken
Ve mütemadiyen hisliyken
Çıkarız ortaya birden..

Güneşin doğuşuna lanet edenler,
Bizler, yani gece yaşamayı seçenler..

27.09.2009

ahirette rövanş

şimdi tamamen öldükten sonra yaşamın varolduğu ve bu hayatı da genel adı ile tanrı denen yaratıcı süper gücün denetlediği hipotezinden yola çıkarsak;

bu dünya'da tanrı'nın istek ve emirlerine uymayanlarla ölüm sonrası oynayacağı rövanş maçıdır. maçı deplasmanda son daikada azrail'in ayağından bulduğu tek golle kazanan tanrı, kendi evinde de oynuyor olmanın rahatlığı ile maça 3-1-4-1-1 dizilişi ile çıkar ve tek forvet olarak da kendisi oynar. oyuncu menajer bir anlamda. kanatlardan sorgu meleklerinin yaptığı ortalarla şık kafa golleri atar. hemen arkasında azrail forvet arkası oynuyordur. bir önceki maçta deplasmanda son dakikada attığı golle dikkatleri üzerine çeken azrail -ki kendisi son dakika nöbetçi golcüsü genç(!) semih'i örnek almaktadır- klas çalımlarla ceza sahası ön çizgisine kadar girip tanrı'ya al da at dercesine paslar çıkartmaktadır. üçlü defansın önünde ise cebraill ön libero görevini başarı ile yerine getirmekte; peygamberlere ilettiği uzun pasların kalitesinde paslarla oyunu geriden kuraral geniş alana yaymaktadır. kaleci ise her ihtimale karşı mikail'dir. eğer karşı takım atak yaparsa o takımın doğasını bozarak muhteşem kurtarışlara imza atar.

hakem ise israfil, son düdüğü üflediğinde maç bitecektir.

18.09.2009

hayatın promili

kaç promilsin hayat
söyle de ona göre içelim. fazla kaçırmayalım ki
terketme bizi,
boşverme.

kaç promilsin hayat
birkaç promil fazla alsam
mesele yapmazsın ya,
takılmış sana gidiyorum bırakmazsın ya.

kaç promilsin hayat
anlat bana.
sadece seni yaşamak bile
yeter mi sarhoş olmaya?

kaç promilsen söyle hayat
uğraştırma.
limitlerini söyle bana
2 duble rakıda sarhoş olmazsın ya.

promilini söyle bana hayat
söyle ki içelim rahat rahat
ya da bırak
endişeleri bir kenara at.

boşver içelim be hayat
promili de bir kenara at
beraber sarhoş olalım.

tasasız ol be hayat
burnumuzda mis gibi rakı kokusu var,
gönlümüzde sevda...

endişeleri bir kenara at be hayat
umutsuzluğu karanlığı korkuyu...

yarın yeniden doğalım be hayat
var mısın?
karanlığa inat
umutla
yeniden doğalım be hayat

içimizi ısıtan güneşle,
sevdayla
umutla
karanlığa inat
yaşamaya devam
be hayat.

ağladı ırak

petrol çıkartacaksan eğer,
ortaya koskocaman ölü devletler
ve devrik kuklalar çıkar.
ve yolda vuruldu ahmad,
taciz edildi fatma
john, steven'a gülümsedi
ağladı ırak.

25.08.2009

faydası yok

yok arkadaş yok...

nefes almaya çalıştıkça boğulurken
kafayı sudan çıkartacak derman yok...

dertler sülük gibi yapışırken
kanamayı durdurabilecek pansuman yok...

hayat gün be gün boka sararken
kendimizi kurtaracak hal yok..

yaşıyoruz zannediyoruz ama
ölmüşüz ağlayanımız yok...

ah bir susabilsek gönül razı olacak belki ama
konuşuyoruz, faydası yok..

12.08.2009

adil değil

GARİP:

Çeşit çeşit insan var mezarlıkta,
ölüsü ayrı, dirisi ayrı.
Sağ tarafta bir Türk bayrağı,
altında ise bir şehidin
hazırolda na'aşı.

Akrabaların
mezarların altından uzanan hüzünlü bakışları.
bırakma diye bağıracaklardı
eğer solukları olsaydı.

Ardından bir anda çarptı beni,
3 günlük bir bebeğin toprak altında
uyuyakalmış bedeni.

Kimi olsa üzerdi...

Mezarlar adil değil!


HÜZÜN:

23 yaşında ipince bir mezar,
içerisinde zarifçe uzanmış bir Ceren.
Tutamadığım bir damla gözyaşım düştü yavaşça,
o'nu koruyan toprağa,
saygıyla.

o'na sessizca gönderilen bir dua
karışır kansere giden bedduaya...

Dünya adil değil!


BAYRAM:

Diri nüfusu bayramda artar,
ramazan'da özellikle,
kurban'da meşgul Alem-i İslam,
boğaza her zaman daha çok yer var.

Camiden usulca okunan Kur'an,
mezarlığa inen sisten
daha ağır.

Çünkü ölüler sadece bayramda hatırlanır...

Ölmek adil değil!

10.08.2009

faydası yok

garip bir sonsuzluk evreninde,
tek sayılar benimdi
çift sayılar senin.

ben kendimi 2 ile çarpınca
sen oluyordum,
sen ise
yine sen.

öylesine yazılmış şiirlerin
öylesine yazılmış mısralarında

faydası yok kelimelerin...

ince,
hüzünlü bir
sigara dumanı
ağzımdan çıkan ürkek bir nefese tutunurken...

faydası yok şiirlerin.

9.08.2009

yerli yersiz

Sıra sıra arabalar yürürken solda
Sıra sıra ışıklar alırken gözleri
Birkaç şişe birayla
Bir torba çekirdek eşlik ederken sana
Bir grup sarhoş, yanlış yanlış söylerken şarkıları
Heybeli Kınalı Burgaz mıydı
Burgaz Heybeli Kınalı mıydı sağdan sola
Adalar diye düşünürken
Kafada şişe şişe biraların vermeye çalıştığı sarhoşluk hissi
Önündeki denizde yüzen ölü şişeler gibi
Kafa dışarda vücut bokun içindeyken
Ve mütemadiyen aşık olup
Mütemadiyen bitemeyen cümleler kurarken
"Ulan pezevenk dünya
Neden yanımda bir hatun yok"
Diye haykıran kafası güzelleri dinlerken
Tepedeki dolunaydan biraz daha eksik ay yetişir imdadına
Yalnızlığın sadece sana özel
Ve sadece senden ibaret olduğu gerçeği gelir aklına

Hava nedense sakin,
Gönül nedense serseri
Bir tarafta Müzeyyen Senar
Unutulduğunu öğrenmişken gözlerinin rengini,
Bir tarafta Edip Akbayram aldırmamaya çalışmakta...
Oysa söylemesi ne kolay aldırma diye
Eyleme geçince de ne kadar karmaşık ve zor..

Kınalı Burgaz ve Heybeli
Bence bu sefer doğru saydım.
Soldan sağa...
Önümde çaresiz bir balıkçı teknesi
Çaresizliği rakısının bitmesinden olmalı...
Nasıl ki biram bittiğinde çaresizsem,
Ve nasıl ki açık tekel kilometrelerce uzaktaysa,
Ve öylesine yorgunsam bu hayatta
Çaresizliğin tanımını yapmış oluyorum istemeden de olsa...

Bitmeyecek hayatların,
Sona ermeyecek rüyaların
Dibi görülemeyecek şişelerin
Ve yedi nokta yedi şiddetinde sallanabilen dünyamda
Temeli bombok atılmış bir bina gibi salındığımın farkındayım
Yıkılmam an meselesi
Mühim olan
Enkazdan çıkabilip çıkamayacağım.

Sesimi duyan var mı ?

7.08.2009

insan yapma rehberi

atomu parçalayabilirsen eğer,
ortaya
sadece acı çıkar bombalar şeklinde
ve ölü vücutlar...

zaman durmaya çeyrek var.

ölümü parçalayabilirsen eğer,
ortaya
hayat çıkar
ve kör kuyular;
dibinde zamansız bir umut ezgisi.

umudu parçalayınca da
bir çaresizlik saati,
saniyesi yıllarda geçer.
en uzun zaman birimi...

hepsini birleştirirsen
sonunda,
ortaya
sonsuz insan çıkar, tamahkar...

aldığı her
nefeste
kendi zihninden korkar.

5.08.2009

Kıtaların Hikayesi

Asya,
kıtaların büyük abisi,
insanlığın annesi.

küçük kardeşi Avrupa
ihanet etti ona,
kandırdı.
bütün ünü
bu yalancılığında...

ama alt etti onu Amerika
güneyi biraz karışık,
kuzeyi ise
dünya'ya sarmaşık.

en altta Antarktika,
buz tutmuş yüreği.

Avusturalya,
sıcak kara...

bir de
unutulmuş afrika, en sonda
gözyaşları ile
kara kıta,
diğer kıtaların oyundan attığı...
yokluktan
ölüme sığınmış,
yalnızlıktan
çocukları
Azrail ile oyunda.

yine

Yine o yalnız gecelerden bir tanesi
Ne kadar da zordur tekrar sevebilmesi
Şikayet etmeden kimseye
Usul usul çekip gidebilmesi...
Yine o kırgın gecelerden bir tanesi
Yarım yamalaksa bir sevda
Ne kadar da vurucudur
Aşığın başka, aşığının başka olabilmesi...
Yine o yorgun gecelerden bir tanesi
İçimde tekrar çocuk olabilmenin hevesi
Ne kadar da hislidir
Bir solukta geçecek gibi gelen
Oysa ki bir ömür sürebilen
Nice büyük sevdaların nefesi
Yine o anasonlu gecelerden bir tanesi
Ne de güzeldir türk musikisi
Sebebi çok dermanı yok olanların
Duyulamayan sesi ile içebilmesi..
Yine o lanet gecelerden bir tanesi..
Ne kadar da koyudur
Çarpışırken dertlerin en büyükleriyle
Üstüne çöken karanlığın acımasız rengi..

yazarken

Yazmaktan, paylaşmaktan, daha doğrusu paylaşabilmekten dem vuruyoruz burada hep. Herkes yazar, ancak herkes paylaşamaz. Paylaşabilmek, cesaretle doğru orantılıdır. Ne amaçla olursa olsun, insanın kendi içini dökebilmesi, özellikle bunu yazarak yapabilmesi çok değerlidir. Çünkü yazı sabittir, olduğu yerde kalır. Sözler geçer gider, kimi zaman daha değerlilerdir belki de. Ama eski bir mektup okumanın tadı ayrıdır. Mektup, yazanla beraber yılları taşır, duyguları aktarır.

Yazmak üzerine yazılmış nice yazılardan birini yazıyorum belki de. Belki en kötüsü, belki sıralamaya giremeyecek kadar sıradan. Ancak paylaşmaktan korkmadığımın belirtisi bu. Yıllar sonra bu satırları okuduğumda ne kadar değiştiğimi, ne kadar yaşlanabildiğimi anlayabilmem için tarihe attığım bir iz bu.

Sonsuz kişisel yazılar silsilesinde bir kilometre taşı olsun bu yazı. Ayrıca cesaretin sınandığı bir ortam olsun bu sayfa.

Çünkü, ne kadar cesursan o kadar özgürsündür. Ne kadar özgürsen de o kadar özgünsündür.

4.08.2009

giden bir babaanne'nin ardından...

Ciğerlerim sessizce dışarı süzüldü yine uçaktan indiğimde... Bodrum'a ayak basar basmaz... 2 senedir her an, her saniye nüksedebilen bir acı ve ne zaman dışarı çıkabilecegi belli olmayan bir sessiz çığlık... ve bu çığlıkla dışarı süzülen ciğerlerim... Hiç ama hiçbir şekilde azalmayan bir acı bu. Azalmaması da gerekir. Acı ne kadar taze ise bağ o kadar kuvvetli... İster istemez vücudumu sarsan bu acıya teslim olup onunla yaşamayı öğrenmek, acıyı unutmaya çalışmaktansa daha değerli bir hareket.

2 sene önce bu günleri hatırlıyorum. Saniye saniye yeniden hatırlıyorum. Babamla konuştuğumda bana fütursuzca yalan söylemişti "Bir şey yok oğlum gel kendin görürsün." diyerek. Gittim ve gördüm... Morgu gördüm, soğuğu gördüm, o ana kadar hiç karşılaşmamış olduğum acıyı gördüm. Sessizce boğazım yırtılana kadar bağırabilmeyi öğrendim hiç istemediğim halde... Derince kazılan bir mezarı gördüm sonra, sonra içine girdim... Ağırca ama cansız bir bedeni tutup içine koydum. Ruhumun da bir parçasını koparıp yanına iliştirmeyi ihmal etmedim. O cansız bedeni oraya tek başına koymaya gönlüm razı gelmedi çünkü... Bedenim çıktı çukurdan. Mekanik hareketler silsilesi içerisinde eline aldı küreği... ve dünyayı üzerine kapadı bedenin... ve bedene sarılı kendi ruhunun. Başkasının bedenine kendi ruhunu sarmak mümkün müydü? Mümkünmüş işte.

Çünkü o beden bir zamanlar sımsıcaktı... Şimdiki gibi soğuk değil. O bedenin elleri vardı ruhumu ısıtan, o bedenin kıpkırmızı yanakları vardı öpmeye kıyamadığım. O bedenin atan bir kalbi vardı beni çok seven. O bedenin de bir ruhu vardı... Şimdi ise yok... Kanlı canlıydı, şimdi soğuk, kim bilir toprağın altında ne halde...

Bir zamanlar o bedenin yaşadığı yerdeyim şimdi... Güneş batıyor batı'da. Doğuda ise apaydınlık bir ay. Batan güneş onun solan ruhu, doğan ay ise anılar gibi. Ama unutmuyorum hiç ki en aydınlık gece bile gündüzün sadece ama sadece soluk bir kopyası. Olmuyor ama sarılamıyorum hatıralara. Sanki zaman durmuş da ben hareket ediyormuşumcasına sakin bir Turgutreis akşamüstü bu. Zaman katılaşmış, hava ağırlaşmış. sadece ben hareket ediyorum. Rüzgar bile yorulmuş. Evin her köşesine sinmiş anılar. Bahçeye taşmış. Sarılmaya çalışıyorum ama olmuyor işte. Anılar soyut ve soluk. O beden gerçekti işte. Hareket ediyordu. Gülümsüyordu. şakalaşıyordu. Sımsıcak sarılıyordu... Güzel kalbi ile sadece beni değil, koskoca bir aileyi ısıtıyordu hem de.

Ölenle ölünmez demeyi marifet sayan bünyelerin anlamadığı bir şey var. İnsan ruhu çok büyük ve sevdikçe de genişliyor gün be gün. O bedenin sahibini o kadar sevdim ki, ruhumun bir parçasını koparıp onunla gömmek koymadı bana. Bana koyan O'nsuzluk. Vaktinden önce O'nsuz kalmak. İşte bu acıtan beni... Dışa vurulacak çok şey var ama içimde patlıyor hep durmadan... Kelimeler ağır çünkü, çünkü o kelimeler de biliyorlar ; yetersizler...

Bugün önemli bir gün... 2 sene önce bugün nefes almayı kesti o beden. 2 sene önce bugün ilk defa hayat şaka gibi geldi. 2 sene önce bugün kara bir gün bana... Kelimelerimi donuklaştıran, beynimi sarsan, ruhumu soğutan bir gün bugün...

2 sene önce ruhumun bir parçasını cansız bir bedenle gömdüğüm gün...

O cansız bedenin babannem olduğu gün...

2 sene önce bugün...

Babannemin öldüğü gün...

ve kapanır perde...

Dipnot: Bu yazı 13 Ekim 2006 tarihinde giden babaanneme, yine 13 Ekim ama bu sefer 2008 yılında yazılmıştır.

ne oluyor ya?

Zamansızca vuran insomnia krizine karşı artık savaşmanın anlamsız oldugunu ve yenildiğimi anlayarak doğruldum... Karanlıkta yanan gözlerimi kırpıştırarak karanlıkta bir süre kayboldum olduğum yerde, yatağın üstünde amaçsızca... Sonra farkettim canım acıyordu, çalan müzikten olsa gerek diye düşündüm... Müziği kapatmaya çalıştığımda müziğin kapanmadığını ve can acımın arttığını farkettim. Sonra anladım bunu ben istiyordum... Tıpkı insomnia krizine karşı savaşmanın anlamsız olduğunu kavradığımda yenildiğimi kabul ettiğim gibi bu müzikle gelen can acısının her yanımı kaplamasına yenik düştüğümü de kabullendim...

Açtım, acıkıştım, ama karnım aç değildi, başka bir çeşit açlıktı... Yazmamaktan mı acaba diyerek yazmaya başladım, hayır değildi. Açlık yazmamaktan ileri gelmiyordu ama o zaman neydi? Bir anda şimdiki zaman eklerine geçtim... Canım yanıyor ve açım ama neden ? Sorunun cevabını düşünüyorum... Burada bir yerlerde olmalı allah kahretsin nerde? Nereye koydum bu sorunun cevabını da sonra unuttum yine...

Aranıyorum yorgunca... Ruhum yenilmişliğini kabul etmiş bedenimle savaşta yine, zaten ne zaman barışta oldular ki ateşkes hayalleri kurayım şimdi! Bir sigara yakayım belki geçer her şey... Yok hayır o da değil... Her zaman aldığım tad değil şu anki... dünya'nın merkezinde, tam çekirdeğinde canım acıyarak oturuyorum ve nedenini bulamıyorum. Bir daha bu kadar dağınık olmamayı tembihledim şimdi kendime... Bu açlık, yokluk ve acı duygularının nedeni sorusuna hemen cevap verebilmek için... Şimdi cevapsızım ama oysa dediğim gibi cevap buralarda bir yerde sadece nereye koyduğumu bulamıyorum. Belki de buldum farkedemiyorum ya da yanılsamalar gözümü alıyor da farkettiğimin ayardına varamıyorum. Ama bulmalıyım çünkü ruhumun kemiklerini kırıyor bu müzik. Canımın acısı bundan neredeyse eminim...

Çok karanlık, acıma cavap bulamadığımdan mı acaba, saçmalamalarımın nedeni ne! Insomnia adamı uyur gezer yapıp uyurken yazdırır mı acaba? Acaba uyurken yazıyorum da farkında değil miyim? Fark eder mi ? Etmez mi ? Fark edip etmemesi bir şeyi değistirir mi acaba? Al sana aranmaya aç bir cevap daha...

Sigaram bitiyor yavaştan, uyumak için yeni bir savaşa giremeyecek kadar zayıf hissediyorum ama yine de bir denemeli mi acaba? Yoksa klavyede şuursuzluk dakikalarımın devamına izin mi vermeliyim? Cevap ararken sorduğum sorularla yeni cevaplara muhtaç kalıyorum ve bu kısır döngü beyin kıvrımlarımı düzleştiriyor!

Sigaramın sonu... Peki diğer şeyler hala devam saatinde mi yoksa onlar da bitiyor mu? Yoksa ben mi bitiyorum yavaş yavaş bu cevapsızlık sarsıntılarımda... Ah tabi ya, cevap aramamak lazım belki de niye düşünemedim ben bunu önceden... Evet evet denemeliyim bunu...

Sigaram bitti, cevapsızlığın en derinlerine dokunmaya çalışma valsi başlıyor...

Dans etmeyi severim zaten...

yazıya hasret

Neden bu yazıya hasret? Hiç bitmeyen, durmak bilmeyen bu hasret neden yazı yazmaya...

Herkese göre yanıtı değişebilecek çok bilinmeyenli bir denklem bu; kendi açımdan naçizane...

Şöyle oluyor; ben sıkıntılı bir adamım... Her zaman, zamanımın yettiğinden daha çok şey yapmak istiyorum ki sonunda zaman pek de kalmıyor. Traş değil bu, samimiyetle meşgulum, ziyadesiyle... Bir süre süre sonra rutine bağlıyorsun hayatı, ama rutin insanın yaratıcılığını öldüren şeydir. Bir sinsi gibi girer hayatına insanın, farkettirmeden yayılır vücuduna, yavaşça uyuşturur ki uyuşmaya başladığını dahi anlayamazsın.


İşte tüm bu rutinden kaçma, bir şeyler yarattığına kendini inandırma oyunudur yazı yazmak... Kendini bir işe yaradığına bir saniye dahi inandırırsan rahatlarsın ya, yazı yazmak işte bunu sağlar.

Bu benim ilk planlı kaçışım, yani blog'um. Daha önce sayfalara yazdım, bilgisayarlara yazdım, beynime yazdım, içime yazdım, dilimin ucuna yazdım; yazdım da yazdım... Ama dağınıktı hep. Dediğim gibi ilk planlı kaçış bu. Eskilerden toparlayabildiklerimi de katacağım bu kaçışa mümkün olduğunca.

İşte bu yüzden, hiç bitmeyen bir hasret yazı yazmaya. Tüm gücümle, hiç bitmeyen, o rutinde uyuşmamak için sarıldığım gücümle...

3.08.2009

aşk

çok şeyler yaşadın değil mi? üzerinden tonlarca ağırlıkta yük taşıyan kamyonlar geçti, kâğıt gibi ezilip yerle yeksan olmuş gibi hissettin. hiçbir zaman o çocukça huzur taşıyan uykuya yatamayacağını düşündün. hayatının sana yamuk yaptığı geldi aklına. eğer bir futbol maçı olsaydı bu yaşadıkların, tabelada tarihi bir hezimet yazacaktı. eğer bir kağıda yazabilseydin bu paramparça sevdanı, üstünde mutlaka gözyaşları olacaktı. akacaktı annene ağlaya ağlaya aldırdığın ve sadece üç defa kullanmaya tenezzül ettiğin dolmakalem. işin en acısı da kimse okuyamayacaktı; belki kimse anlayamayacaktı senin nelerden geçtiğini…

saat üçü biraz geçiyordu ve aklın yine olmaması gereken ama engelleyemediğin şekilde hep gittiği yerdeydi. masanın sağında, kaleminin birkaç santimetre yanında duran bardak boş değildi her zamanki gibi. eski bir radyo vardı yanında ve eskiliğinin gururuyla; eskiliğinin olanca hüznüyle tam kendisine yakışan bir parça çalmaktaydı. huzur sana en azından birkaç sene uzaktaydı. zaten sende yeni bir şey yoktu. kalbinin delinecek gibi olduğunu hissettiğin onca geceden sadece bir başkasıydı.

mevsim neydi hatırlıyor musun? belki şubat, belki de mayıs ayıydı ama mevsim hep aynıydı sana; bahar… dört mevsimden biri değildi ancak bu, hani sana sorsalar acı mevsimi derdin hep her zaman olduğu gibi yine bu sefer de aksine. canını acıtmıştı bir şeyler ve sen kimseye tam olarak anlatamadın bazı şeyleri. belki anason kokarken söylemek istemiştin ancak sancıyan kalbin siper olmuştu dudaklarına. çünkü acı ve sevda, her şeyin tersine bölüştükçe büyüyen şeylerdi. kimse derdini söylediğinde derman olamadı, yapabildikleri tek şey sana usulca acımaları oldu. ve bunca şeyi senin o kör olmuş aklın anlayamadı; onun yerine delinmiş, kan kan olmuş bir avuç büyüklüğündeki yüreğin anladı.

artık anlatma zamanı geldi biraz metafizik, biraz da dumanlı hikayeni. dedim ya mevsim hep aynı bu hikayede, mevsim hep bahar; hani o sevdalanılan mevsim. aylardan şubat’tı onu gördüğünde. belki hiç bilmeseydin o oyunu, hiç ağlamayacaktın sevdadan. yanında otururken gördün onu, tanıştın ve yandın sen.

yazmaya başladın kendince. şiirlerinin öznesi sabitti, hissettiklerinse değişken. değişmeyen ve gerçekten inandığın tek şey vardı, o da kuru kuru üç harf, aşk. üst üste koydun bütün yaşanmamış sevgilerini. olabildiğince ve gerçekten sevdin sen. bu yüzdendir ki acılarının en büyüğünü hissediyorsun. üstünden yıllar geçmiş olsa bile her çakırkeyif anında başka yerlere gidiyorsun. zor çocuk zor, anlatması seni anlamaktan daha zor. kaleminin güçlü olduğunu düşünüyorsun ya, çok yanılıyorsun.

yine gittin uzaklara; görüyorum. selvi boylum al yazmalım’daki ilyas gibi bakakalmıştın asya’nın arkasından. cahit berkay dinlerken sol yanının acıması bu yüzden belki de. belki de o melodi sende o hiç geçmeyen mevsime sebep olan. uzun soluklu bir macera seninkisi. ne zaman biter, ne zaman durulur bilmiyorsun ve açıkçası bilmek de istemiyorsun.

kırılmış bir kalbin, umutsuz bir yaşama karşı hissedebileceklerini tahmin etmek çok da zor değildir çünkü insanoğlu yazmayı icat etmiştir. sen de yazıyorsun işte hissettiklerini usul usul. her sevda özgündür aslında ama mutlaka bir yanından yakalar rutin hikayeyi. bu yüzdendir ki herkes gibi sen de bazı şarkılarda ağlıyorsun. öyle bir şarkı çıkıyor ki karşına, “işte bu benim yaşadıklarım” diyebiliyorsun. bir farkımız yok aslında çocuk; sen, ben, yâr, sevda hepimiz aynı şeyleriz. öyle ya da böyle yıkılmışız, mitralyöz ateşiyle patlatmışız yüreği.

düşünsene; anlatamadığını, açıklamaya korktuğunu ve bir şekilde kimseyi onun kadar sevemediğini anladığında ne kadar yalnız ve gülümsemez olduğunu. aşk iyi bir şey olsaydı, böyle mi olurdu? olanca hızıyla çarparken yüreğin, mutluluk hormonları değil miydi kanında dolanan?

sonuç: dertlerin en büyüğü gelmiş başına sevdandan. görmüşsün bir arada harfleri aynı rüyada. unutamamışsın hiçbir şeyi. denedikçe yanılmışsın, yanıldıkça denemişsin. şimdi sen kimsin? ne kadar da mütebessimsin? tanıyordum seni çocuk, şimdi ise hiç alışılmadık şekildesin…

2.08.2009

Mütebessim..

Kimsesiz bir blog oluşturum, kimsesiz yazılarla donatacağım. Sussam gönül razı değil, konuşsam faydası yok dedim ve konuşmaya karar verdim. Konuşacağım, yazacağım.

Baktık iş boka sarıyor, o zaman buluruz bir hal çaresini..