25.08.2009

faydası yok

yok arkadaş yok...

nefes almaya çalıştıkça boğulurken
kafayı sudan çıkartacak derman yok...

dertler sülük gibi yapışırken
kanamayı durdurabilecek pansuman yok...

hayat gün be gün boka sararken
kendimizi kurtaracak hal yok..

yaşıyoruz zannediyoruz ama
ölmüşüz ağlayanımız yok...

ah bir susabilsek gönül razı olacak belki ama
konuşuyoruz, faydası yok..

12.08.2009

adil değil

GARİP:

Çeşit çeşit insan var mezarlıkta,
ölüsü ayrı, dirisi ayrı.
Sağ tarafta bir Türk bayrağı,
altında ise bir şehidin
hazırolda na'aşı.

Akrabaların
mezarların altından uzanan hüzünlü bakışları.
bırakma diye bağıracaklardı
eğer solukları olsaydı.

Ardından bir anda çarptı beni,
3 günlük bir bebeğin toprak altında
uyuyakalmış bedeni.

Kimi olsa üzerdi...

Mezarlar adil değil!


HÜZÜN:

23 yaşında ipince bir mezar,
içerisinde zarifçe uzanmış bir Ceren.
Tutamadığım bir damla gözyaşım düştü yavaşça,
o'nu koruyan toprağa,
saygıyla.

o'na sessizca gönderilen bir dua
karışır kansere giden bedduaya...

Dünya adil değil!


BAYRAM:

Diri nüfusu bayramda artar,
ramazan'da özellikle,
kurban'da meşgul Alem-i İslam,
boğaza her zaman daha çok yer var.

Camiden usulca okunan Kur'an,
mezarlığa inen sisten
daha ağır.

Çünkü ölüler sadece bayramda hatırlanır...

Ölmek adil değil!

10.08.2009

faydası yok

garip bir sonsuzluk evreninde,
tek sayılar benimdi
çift sayılar senin.

ben kendimi 2 ile çarpınca
sen oluyordum,
sen ise
yine sen.

öylesine yazılmış şiirlerin
öylesine yazılmış mısralarında

faydası yok kelimelerin...

ince,
hüzünlü bir
sigara dumanı
ağzımdan çıkan ürkek bir nefese tutunurken...

faydası yok şiirlerin.

9.08.2009

yerli yersiz

Sıra sıra arabalar yürürken solda
Sıra sıra ışıklar alırken gözleri
Birkaç şişe birayla
Bir torba çekirdek eşlik ederken sana
Bir grup sarhoş, yanlış yanlış söylerken şarkıları
Heybeli Kınalı Burgaz mıydı
Burgaz Heybeli Kınalı mıydı sağdan sola
Adalar diye düşünürken
Kafada şişe şişe biraların vermeye çalıştığı sarhoşluk hissi
Önündeki denizde yüzen ölü şişeler gibi
Kafa dışarda vücut bokun içindeyken
Ve mütemadiyen aşık olup
Mütemadiyen bitemeyen cümleler kurarken
"Ulan pezevenk dünya
Neden yanımda bir hatun yok"
Diye haykıran kafası güzelleri dinlerken
Tepedeki dolunaydan biraz daha eksik ay yetişir imdadına
Yalnızlığın sadece sana özel
Ve sadece senden ibaret olduğu gerçeği gelir aklına

Hava nedense sakin,
Gönül nedense serseri
Bir tarafta Müzeyyen Senar
Unutulduğunu öğrenmişken gözlerinin rengini,
Bir tarafta Edip Akbayram aldırmamaya çalışmakta...
Oysa söylemesi ne kolay aldırma diye
Eyleme geçince de ne kadar karmaşık ve zor..

Kınalı Burgaz ve Heybeli
Bence bu sefer doğru saydım.
Soldan sağa...
Önümde çaresiz bir balıkçı teknesi
Çaresizliği rakısının bitmesinden olmalı...
Nasıl ki biram bittiğinde çaresizsem,
Ve nasıl ki açık tekel kilometrelerce uzaktaysa,
Ve öylesine yorgunsam bu hayatta
Çaresizliğin tanımını yapmış oluyorum istemeden de olsa...

Bitmeyecek hayatların,
Sona ermeyecek rüyaların
Dibi görülemeyecek şişelerin
Ve yedi nokta yedi şiddetinde sallanabilen dünyamda
Temeli bombok atılmış bir bina gibi salındığımın farkındayım
Yıkılmam an meselesi
Mühim olan
Enkazdan çıkabilip çıkamayacağım.

Sesimi duyan var mı ?

7.08.2009

insan yapma rehberi

atomu parçalayabilirsen eğer,
ortaya
sadece acı çıkar bombalar şeklinde
ve ölü vücutlar...

zaman durmaya çeyrek var.

ölümü parçalayabilirsen eğer,
ortaya
hayat çıkar
ve kör kuyular;
dibinde zamansız bir umut ezgisi.

umudu parçalayınca da
bir çaresizlik saati,
saniyesi yıllarda geçer.
en uzun zaman birimi...

hepsini birleştirirsen
sonunda,
ortaya
sonsuz insan çıkar, tamahkar...

aldığı her
nefeste
kendi zihninden korkar.

5.08.2009

Kıtaların Hikayesi

Asya,
kıtaların büyük abisi,
insanlığın annesi.

küçük kardeşi Avrupa
ihanet etti ona,
kandırdı.
bütün ünü
bu yalancılığında...

ama alt etti onu Amerika
güneyi biraz karışık,
kuzeyi ise
dünya'ya sarmaşık.

en altta Antarktika,
buz tutmuş yüreği.

Avusturalya,
sıcak kara...

bir de
unutulmuş afrika, en sonda
gözyaşları ile
kara kıta,
diğer kıtaların oyundan attığı...
yokluktan
ölüme sığınmış,
yalnızlıktan
çocukları
Azrail ile oyunda.

yine

Yine o yalnız gecelerden bir tanesi
Ne kadar da zordur tekrar sevebilmesi
Şikayet etmeden kimseye
Usul usul çekip gidebilmesi...
Yine o kırgın gecelerden bir tanesi
Yarım yamalaksa bir sevda
Ne kadar da vurucudur
Aşığın başka, aşığının başka olabilmesi...
Yine o yorgun gecelerden bir tanesi
İçimde tekrar çocuk olabilmenin hevesi
Ne kadar da hislidir
Bir solukta geçecek gibi gelen
Oysa ki bir ömür sürebilen
Nice büyük sevdaların nefesi
Yine o anasonlu gecelerden bir tanesi
Ne de güzeldir türk musikisi
Sebebi çok dermanı yok olanların
Duyulamayan sesi ile içebilmesi..
Yine o lanet gecelerden bir tanesi..
Ne kadar da koyudur
Çarpışırken dertlerin en büyükleriyle
Üstüne çöken karanlığın acımasız rengi..

yazarken

Yazmaktan, paylaşmaktan, daha doğrusu paylaşabilmekten dem vuruyoruz burada hep. Herkes yazar, ancak herkes paylaşamaz. Paylaşabilmek, cesaretle doğru orantılıdır. Ne amaçla olursa olsun, insanın kendi içini dökebilmesi, özellikle bunu yazarak yapabilmesi çok değerlidir. Çünkü yazı sabittir, olduğu yerde kalır. Sözler geçer gider, kimi zaman daha değerlilerdir belki de. Ama eski bir mektup okumanın tadı ayrıdır. Mektup, yazanla beraber yılları taşır, duyguları aktarır.

Yazmak üzerine yazılmış nice yazılardan birini yazıyorum belki de. Belki en kötüsü, belki sıralamaya giremeyecek kadar sıradan. Ancak paylaşmaktan korkmadığımın belirtisi bu. Yıllar sonra bu satırları okuduğumda ne kadar değiştiğimi, ne kadar yaşlanabildiğimi anlayabilmem için tarihe attığım bir iz bu.

Sonsuz kişisel yazılar silsilesinde bir kilometre taşı olsun bu yazı. Ayrıca cesaretin sınandığı bir ortam olsun bu sayfa.

Çünkü, ne kadar cesursan o kadar özgürsündür. Ne kadar özgürsen de o kadar özgünsündür.

4.08.2009

giden bir babaanne'nin ardından...

Ciğerlerim sessizce dışarı süzüldü yine uçaktan indiğimde... Bodrum'a ayak basar basmaz... 2 senedir her an, her saniye nüksedebilen bir acı ve ne zaman dışarı çıkabilecegi belli olmayan bir sessiz çığlık... ve bu çığlıkla dışarı süzülen ciğerlerim... Hiç ama hiçbir şekilde azalmayan bir acı bu. Azalmaması da gerekir. Acı ne kadar taze ise bağ o kadar kuvvetli... İster istemez vücudumu sarsan bu acıya teslim olup onunla yaşamayı öğrenmek, acıyı unutmaya çalışmaktansa daha değerli bir hareket.

2 sene önce bu günleri hatırlıyorum. Saniye saniye yeniden hatırlıyorum. Babamla konuştuğumda bana fütursuzca yalan söylemişti "Bir şey yok oğlum gel kendin görürsün." diyerek. Gittim ve gördüm... Morgu gördüm, soğuğu gördüm, o ana kadar hiç karşılaşmamış olduğum acıyı gördüm. Sessizce boğazım yırtılana kadar bağırabilmeyi öğrendim hiç istemediğim halde... Derince kazılan bir mezarı gördüm sonra, sonra içine girdim... Ağırca ama cansız bir bedeni tutup içine koydum. Ruhumun da bir parçasını koparıp yanına iliştirmeyi ihmal etmedim. O cansız bedeni oraya tek başına koymaya gönlüm razı gelmedi çünkü... Bedenim çıktı çukurdan. Mekanik hareketler silsilesi içerisinde eline aldı küreği... ve dünyayı üzerine kapadı bedenin... ve bedene sarılı kendi ruhunun. Başkasının bedenine kendi ruhunu sarmak mümkün müydü? Mümkünmüş işte.

Çünkü o beden bir zamanlar sımsıcaktı... Şimdiki gibi soğuk değil. O bedenin elleri vardı ruhumu ısıtan, o bedenin kıpkırmızı yanakları vardı öpmeye kıyamadığım. O bedenin atan bir kalbi vardı beni çok seven. O bedenin de bir ruhu vardı... Şimdi ise yok... Kanlı canlıydı, şimdi soğuk, kim bilir toprağın altında ne halde...

Bir zamanlar o bedenin yaşadığı yerdeyim şimdi... Güneş batıyor batı'da. Doğuda ise apaydınlık bir ay. Batan güneş onun solan ruhu, doğan ay ise anılar gibi. Ama unutmuyorum hiç ki en aydınlık gece bile gündüzün sadece ama sadece soluk bir kopyası. Olmuyor ama sarılamıyorum hatıralara. Sanki zaman durmuş da ben hareket ediyormuşumcasına sakin bir Turgutreis akşamüstü bu. Zaman katılaşmış, hava ağırlaşmış. sadece ben hareket ediyorum. Rüzgar bile yorulmuş. Evin her köşesine sinmiş anılar. Bahçeye taşmış. Sarılmaya çalışıyorum ama olmuyor işte. Anılar soyut ve soluk. O beden gerçekti işte. Hareket ediyordu. Gülümsüyordu. şakalaşıyordu. Sımsıcak sarılıyordu... Güzel kalbi ile sadece beni değil, koskoca bir aileyi ısıtıyordu hem de.

Ölenle ölünmez demeyi marifet sayan bünyelerin anlamadığı bir şey var. İnsan ruhu çok büyük ve sevdikçe de genişliyor gün be gün. O bedenin sahibini o kadar sevdim ki, ruhumun bir parçasını koparıp onunla gömmek koymadı bana. Bana koyan O'nsuzluk. Vaktinden önce O'nsuz kalmak. İşte bu acıtan beni... Dışa vurulacak çok şey var ama içimde patlıyor hep durmadan... Kelimeler ağır çünkü, çünkü o kelimeler de biliyorlar ; yetersizler...

Bugün önemli bir gün... 2 sene önce bugün nefes almayı kesti o beden. 2 sene önce bugün ilk defa hayat şaka gibi geldi. 2 sene önce bugün kara bir gün bana... Kelimelerimi donuklaştıran, beynimi sarsan, ruhumu soğutan bir gün bugün...

2 sene önce ruhumun bir parçasını cansız bir bedenle gömdüğüm gün...

O cansız bedenin babannem olduğu gün...

2 sene önce bugün...

Babannemin öldüğü gün...

ve kapanır perde...

Dipnot: Bu yazı 13 Ekim 2006 tarihinde giden babaanneme, yine 13 Ekim ama bu sefer 2008 yılında yazılmıştır.

ne oluyor ya?

Zamansızca vuran insomnia krizine karşı artık savaşmanın anlamsız oldugunu ve yenildiğimi anlayarak doğruldum... Karanlıkta yanan gözlerimi kırpıştırarak karanlıkta bir süre kayboldum olduğum yerde, yatağın üstünde amaçsızca... Sonra farkettim canım acıyordu, çalan müzikten olsa gerek diye düşündüm... Müziği kapatmaya çalıştığımda müziğin kapanmadığını ve can acımın arttığını farkettim. Sonra anladım bunu ben istiyordum... Tıpkı insomnia krizine karşı savaşmanın anlamsız olduğunu kavradığımda yenildiğimi kabul ettiğim gibi bu müzikle gelen can acısının her yanımı kaplamasına yenik düştüğümü de kabullendim...

Açtım, acıkıştım, ama karnım aç değildi, başka bir çeşit açlıktı... Yazmamaktan mı acaba diyerek yazmaya başladım, hayır değildi. Açlık yazmamaktan ileri gelmiyordu ama o zaman neydi? Bir anda şimdiki zaman eklerine geçtim... Canım yanıyor ve açım ama neden ? Sorunun cevabını düşünüyorum... Burada bir yerlerde olmalı allah kahretsin nerde? Nereye koydum bu sorunun cevabını da sonra unuttum yine...

Aranıyorum yorgunca... Ruhum yenilmişliğini kabul etmiş bedenimle savaşta yine, zaten ne zaman barışta oldular ki ateşkes hayalleri kurayım şimdi! Bir sigara yakayım belki geçer her şey... Yok hayır o da değil... Her zaman aldığım tad değil şu anki... dünya'nın merkezinde, tam çekirdeğinde canım acıyarak oturuyorum ve nedenini bulamıyorum. Bir daha bu kadar dağınık olmamayı tembihledim şimdi kendime... Bu açlık, yokluk ve acı duygularının nedeni sorusuna hemen cevap verebilmek için... Şimdi cevapsızım ama oysa dediğim gibi cevap buralarda bir yerde sadece nereye koyduğumu bulamıyorum. Belki de buldum farkedemiyorum ya da yanılsamalar gözümü alıyor da farkettiğimin ayardına varamıyorum. Ama bulmalıyım çünkü ruhumun kemiklerini kırıyor bu müzik. Canımın acısı bundan neredeyse eminim...

Çok karanlık, acıma cavap bulamadığımdan mı acaba, saçmalamalarımın nedeni ne! Insomnia adamı uyur gezer yapıp uyurken yazdırır mı acaba? Acaba uyurken yazıyorum da farkında değil miyim? Fark eder mi ? Etmez mi ? Fark edip etmemesi bir şeyi değistirir mi acaba? Al sana aranmaya aç bir cevap daha...

Sigaram bitiyor yavaştan, uyumak için yeni bir savaşa giremeyecek kadar zayıf hissediyorum ama yine de bir denemeli mi acaba? Yoksa klavyede şuursuzluk dakikalarımın devamına izin mi vermeliyim? Cevap ararken sorduğum sorularla yeni cevaplara muhtaç kalıyorum ve bu kısır döngü beyin kıvrımlarımı düzleştiriyor!

Sigaramın sonu... Peki diğer şeyler hala devam saatinde mi yoksa onlar da bitiyor mu? Yoksa ben mi bitiyorum yavaş yavaş bu cevapsızlık sarsıntılarımda... Ah tabi ya, cevap aramamak lazım belki de niye düşünemedim ben bunu önceden... Evet evet denemeliyim bunu...

Sigaram bitti, cevapsızlığın en derinlerine dokunmaya çalışma valsi başlıyor...

Dans etmeyi severim zaten...

yazıya hasret

Neden bu yazıya hasret? Hiç bitmeyen, durmak bilmeyen bu hasret neden yazı yazmaya...

Herkese göre yanıtı değişebilecek çok bilinmeyenli bir denklem bu; kendi açımdan naçizane...

Şöyle oluyor; ben sıkıntılı bir adamım... Her zaman, zamanımın yettiğinden daha çok şey yapmak istiyorum ki sonunda zaman pek de kalmıyor. Traş değil bu, samimiyetle meşgulum, ziyadesiyle... Bir süre süre sonra rutine bağlıyorsun hayatı, ama rutin insanın yaratıcılığını öldüren şeydir. Bir sinsi gibi girer hayatına insanın, farkettirmeden yayılır vücuduna, yavaşça uyuşturur ki uyuşmaya başladığını dahi anlayamazsın.


İşte tüm bu rutinden kaçma, bir şeyler yarattığına kendini inandırma oyunudur yazı yazmak... Kendini bir işe yaradığına bir saniye dahi inandırırsan rahatlarsın ya, yazı yazmak işte bunu sağlar.

Bu benim ilk planlı kaçışım, yani blog'um. Daha önce sayfalara yazdım, bilgisayarlara yazdım, beynime yazdım, içime yazdım, dilimin ucuna yazdım; yazdım da yazdım... Ama dağınıktı hep. Dediğim gibi ilk planlı kaçış bu. Eskilerden toparlayabildiklerimi de katacağım bu kaçışa mümkün olduğunca.

İşte bu yüzden, hiç bitmeyen bir hasret yazı yazmaya. Tüm gücümle, hiç bitmeyen, o rutinde uyuşmamak için sarıldığım gücümle...

3.08.2009

aşk

çok şeyler yaşadın değil mi? üzerinden tonlarca ağırlıkta yük taşıyan kamyonlar geçti, kâğıt gibi ezilip yerle yeksan olmuş gibi hissettin. hiçbir zaman o çocukça huzur taşıyan uykuya yatamayacağını düşündün. hayatının sana yamuk yaptığı geldi aklına. eğer bir futbol maçı olsaydı bu yaşadıkların, tabelada tarihi bir hezimet yazacaktı. eğer bir kağıda yazabilseydin bu paramparça sevdanı, üstünde mutlaka gözyaşları olacaktı. akacaktı annene ağlaya ağlaya aldırdığın ve sadece üç defa kullanmaya tenezzül ettiğin dolmakalem. işin en acısı da kimse okuyamayacaktı; belki kimse anlayamayacaktı senin nelerden geçtiğini…

saat üçü biraz geçiyordu ve aklın yine olmaması gereken ama engelleyemediğin şekilde hep gittiği yerdeydi. masanın sağında, kaleminin birkaç santimetre yanında duran bardak boş değildi her zamanki gibi. eski bir radyo vardı yanında ve eskiliğinin gururuyla; eskiliğinin olanca hüznüyle tam kendisine yakışan bir parça çalmaktaydı. huzur sana en azından birkaç sene uzaktaydı. zaten sende yeni bir şey yoktu. kalbinin delinecek gibi olduğunu hissettiğin onca geceden sadece bir başkasıydı.

mevsim neydi hatırlıyor musun? belki şubat, belki de mayıs ayıydı ama mevsim hep aynıydı sana; bahar… dört mevsimden biri değildi ancak bu, hani sana sorsalar acı mevsimi derdin hep her zaman olduğu gibi yine bu sefer de aksine. canını acıtmıştı bir şeyler ve sen kimseye tam olarak anlatamadın bazı şeyleri. belki anason kokarken söylemek istemiştin ancak sancıyan kalbin siper olmuştu dudaklarına. çünkü acı ve sevda, her şeyin tersine bölüştükçe büyüyen şeylerdi. kimse derdini söylediğinde derman olamadı, yapabildikleri tek şey sana usulca acımaları oldu. ve bunca şeyi senin o kör olmuş aklın anlayamadı; onun yerine delinmiş, kan kan olmuş bir avuç büyüklüğündeki yüreğin anladı.

artık anlatma zamanı geldi biraz metafizik, biraz da dumanlı hikayeni. dedim ya mevsim hep aynı bu hikayede, mevsim hep bahar; hani o sevdalanılan mevsim. aylardan şubat’tı onu gördüğünde. belki hiç bilmeseydin o oyunu, hiç ağlamayacaktın sevdadan. yanında otururken gördün onu, tanıştın ve yandın sen.

yazmaya başladın kendince. şiirlerinin öznesi sabitti, hissettiklerinse değişken. değişmeyen ve gerçekten inandığın tek şey vardı, o da kuru kuru üç harf, aşk. üst üste koydun bütün yaşanmamış sevgilerini. olabildiğince ve gerçekten sevdin sen. bu yüzdendir ki acılarının en büyüğünü hissediyorsun. üstünden yıllar geçmiş olsa bile her çakırkeyif anında başka yerlere gidiyorsun. zor çocuk zor, anlatması seni anlamaktan daha zor. kaleminin güçlü olduğunu düşünüyorsun ya, çok yanılıyorsun.

yine gittin uzaklara; görüyorum. selvi boylum al yazmalım’daki ilyas gibi bakakalmıştın asya’nın arkasından. cahit berkay dinlerken sol yanının acıması bu yüzden belki de. belki de o melodi sende o hiç geçmeyen mevsime sebep olan. uzun soluklu bir macera seninkisi. ne zaman biter, ne zaman durulur bilmiyorsun ve açıkçası bilmek de istemiyorsun.

kırılmış bir kalbin, umutsuz bir yaşama karşı hissedebileceklerini tahmin etmek çok da zor değildir çünkü insanoğlu yazmayı icat etmiştir. sen de yazıyorsun işte hissettiklerini usul usul. her sevda özgündür aslında ama mutlaka bir yanından yakalar rutin hikayeyi. bu yüzdendir ki herkes gibi sen de bazı şarkılarda ağlıyorsun. öyle bir şarkı çıkıyor ki karşına, “işte bu benim yaşadıklarım” diyebiliyorsun. bir farkımız yok aslında çocuk; sen, ben, yâr, sevda hepimiz aynı şeyleriz. öyle ya da böyle yıkılmışız, mitralyöz ateşiyle patlatmışız yüreği.

düşünsene; anlatamadığını, açıklamaya korktuğunu ve bir şekilde kimseyi onun kadar sevemediğini anladığında ne kadar yalnız ve gülümsemez olduğunu. aşk iyi bir şey olsaydı, böyle mi olurdu? olanca hızıyla çarparken yüreğin, mutluluk hormonları değil miydi kanında dolanan?

sonuç: dertlerin en büyüğü gelmiş başına sevdandan. görmüşsün bir arada harfleri aynı rüyada. unutamamışsın hiçbir şeyi. denedikçe yanılmışsın, yanıldıkça denemişsin. şimdi sen kimsin? ne kadar da mütebessimsin? tanıyordum seni çocuk, şimdi ise hiç alışılmadık şekildesin…

2.08.2009

Mütebessim..

Kimsesiz bir blog oluşturum, kimsesiz yazılarla donatacağım. Sussam gönül razı değil, konuşsam faydası yok dedim ve konuşmaya karar verdim. Konuşacağım, yazacağım.

Baktık iş boka sarıyor, o zaman buluruz bir hal çaresini..