17.01.2012

The Night in White

Grohl'un Miss the Misery deyişiydi geceyi başlatan. Saatin kaç olduğu değil, benim geceye ne zaman giriş yaptığımdı belirleyici olan. Loş ışık altında ruhum uyuşmuş yatarken bedenimle ayağa kalkmasına iddiaya giriyordum bile.

Boşalan Efesler'in ardından viskinin geleceğinin umuduyla daha da dalıyordum dibine siyah tombik şişenin. Tombik şişenin büyüsünü bir türlü çözemedim. O kahverengi cama bakınca almamak günah gibiydi. Başka şişelere yönelmek ise bir aldatma seramonisi. Değişen kahverengi şişeyle Grohl yerini John'ın Don't Forget Me'deki efsane oluşlarının Madrid, Slane Castle ve dünyanın başka yerlerindeki versiyonları alırken müzikal bir orgazm yaşama seansında ayağa kalkma iddiasını kazanamayacağım pek bir belliydi.

Ayağa kalkmak fikri Carl Orff'un Carmina Burana'sı kadar korkutucu olsa da bir Olafur Arnalds huzuruna erişim için gerekliydi. O huzurun kapsama alanı dışında kalmaktan korkmak gibi biraz, biraz Carmina Burana'yı gerçekten çok sevmekten... Camı açmayı unutmaktan belki de. Camı açsam mutlaka Vivaldi'nin Four Seasons'ının Winter kısmını açardım zira. Dışarısı bembeyazlarla giyinik, soğuk bir atkıya sarınmış...

Lucky Strike'ın Türkiye'deki versiyonunun üzerinde "It's toasted" yazmaması kadar hüzünlü bir yandan da Carmina Burana; korkutucu olduğu kadar.

Versiyon ne kadar boktan bir laf aslında.

Dumanaltı odada, dumanın altı bir havada, dumansız bir kafada.

Sadece günün 48 saat olmasına, içtikçe boşalmayan bir Jack Daniel's şişesine, ruh halimi anlayarak kendiliğinden çalan müziğe, bir parça da hiçliğe düşmeye ihtiyacım vardı. Bunlar olsa kolaydı. Aksilik bu ya, evde gerizekalı bir şişe Ballentine's vardı.

Aniden son izlediğim filmden bir replik; "It's not worth much if you can't face yourself in the mirror. Respect is the ultimate currency." diyor... Hemen ardından da ekliyor: "Inevitably, the further you run away from your sins, the more exhausted you are when they catch up with you... Certain... It will not fail."

Oysa günahlarımızı kucaklayabilsek, çok daha mutlu olurduk. Biranın son damlası işte bu söze denk geliyordu tam da. Ben de kalkıp viski şişesini kucakladım. Yaratıcılık tam da ihtiyacım olan şeydi ve geçmiş tecrübelerim onu şişenin dibinde bir yerlerde bulacağım konusunda beni teşvik primine boğuyorlardı.

Viski, Strauss'tan Chopin'e uzanan yumuşak bir yoldu aslında. Sadece hepimiz onu ya Mozart'tan La Marriage de Figaro sanmıştık ya da Tchaikovsky'den 1812 Overture'un finali...

Chopin demişken; Cimetière du Père Lachaise'deki mâbedi dahi nasıl da notaları gibi serinkanlıdır. Soğuk bir Paris gündüzünde ya da güneşin yağmurla Waltz in C Sharp Minor op.64, 2 eşliğinde zarifçe dans ettiği bir Temmuz akşamüstünde ziyaret edince neredeyse melodisini  duyabilirsiniz.

Gecenin bitişi de günün ilk ışıklarının aç gözlülükle saldırmasına değil, benim geceyi bitirmeme bağlı... Ve gece diğer gece başlayana kadar asla bitmiyor.


Hiç yorum yok: