15.03.2011

bir parça huzurdu beynimden istediğim

Bir parça huzurdu beynimden istediğim... Ne yapıyor olursa olsun daha çok hatırlasındı... Onun da bir kapasitesi olmasın, sonsuz olsundu...

Bunu istiyordum gerçekten de.

Artık vücudumun beni 10 saatlik uykunun üzerine bile uyur-gezer davranmaya ittiği çökme döneminde dahi olsam beynim sağlam kalmalıydı... Yazı sadece kalmamalıydı, beynimde kalmalıydı; söz ise beynime uçmalıydı.

Beynim, çürüyecek son noktam olmalıydı. Beynim, yorgunluktan kapılarını kapatmamalıydı...

İşte böyle bir paradoksun içerisinde beynim yorulmuştu. İçerisinde en ufak şeyleri en kısa süreler için dahi tutamayacak seviyeye gelmesi; "alzeihmer'a giriş 101" temalı hareketlere girişmesi de bu paradoksun sonucuydu.

İnsan belli bir süre için ciddi anlamda yük getiren şeyleri kesintisiz olarak yapınca beyni yoruluyor. Dış etkenler, iç etkenler, piç etkenler derken yoruluyor beyin. Mücadelelerle, kavgalarla, çoşmalarla, sevmelerle, özvermelerle; kısacası birçok duygu ve bilgiyi bir arada tutmalarla yıpranıyor... Model bir adam olduğunda ise beklentiler bitmiyor. İyi bir evlat, iyi bir sevgili, iyi bir öğrenci, iyi bir dost, örnek bir kişi ve en nihayetinde sürekli olarak gözü kapalı takip edilecek bir lider olmak için insan kendi ile olmayı unutuyor. Sadece ve sadece kendi ile olup beynini kapatabileceği zamanlar giderek azalıyor.

Bir noktadan sonra sen, sen değilsin... Birinin örnek gösterdiği, birinin sevdiği, birinin gurur duyduğusun... Hele bir de bencillik yoksa mayanda, fevrilik yoksa... "Yeter" diyemiyorsan hiç... Kendini her zaman geriye koyuyorsan... O zaman ellerinle beynine ihanet ve işkence ediyorsun demektir. Beyin kapasite olarak doldum diye bağırırken devam etmeye çalışmak... Aslında beynin bir parça kendine zaman yalvarırken hala bunu başkalarının bir şeyi statünü sürdürebilmek için görmezden gelmek...

İşte o zaman, ne beklentileri karşılayabiliyorsun ne beyin dinlenebiliyor... Beklentileri karşılayamadığında aldığın tepkileri yorgun beyin sindiremediği noktada ise ruhun elenmeye başlıyor yavaş yavaş... Ruhun da zedelenmeye başladıkça bu sefer beyni dinlendirme iradeni hepten kaybetmeye başlıyorsun... En bencil olmayan halin bile bencillikle suçlandığında "ilk taşı en az bencil olanınız atsın" diyemeyecek kadar kaybediyorsun iradeni.

Kısır, ama çok kısır bir döngüde yavaş yavaş ölüyorsun. Bunu biliyorsun. Ama durdurmak için ne mecalin, ne cesaretin, ne de kendine sevgin kalmamış oluyor...

Oysa insan, herkesten önce kendini sevmeliydi. Başkalarına da istedikleri şeyler olabilmek için önce insan kendisini iyi hissetmeliydi... İnsan önce kendisi olmalıydı, sonra başkalarına olabildiği kadar bir şeyler... Ama insan işte, her zaman en büyük korkusu yalnızlık. En yalnız olduğunu ve bundan korkmadığını söyleyenimizin bile en az bir kişisi var bir kenarda... En azından o kenardaki bir kişinin "arada bir dert anlatanı" olmak için bile çabalıyor insan.

İnsanın sırtı ağrıyor, göğsündeki etler ağrıyor, dizi ağrıyor, başı ağrımıyor artık bambaşka bir fonksiyona geçiyor... Ama insan hala başkalarının bir şeyi olma girişimlerinden yılmıyor. İnsan beynini de vücudunu da ruhunu da sevmiyor... Omuriliğinden aşağıya inen acı bile ona kim olduğunu hatırlatmaya yetmiyor.

İnsan kendisine yetmiyor, ama başkaları için her şey olmaya çalışmakta üzerine yok.

İnsan biraz aptal evet, ama ne yazık ki aptallığını da seviyor. En azından kanıksamış...

Bu kısır döngüde bu beyinden de ancak bunlar geçiyor.

Zira ben de insanım; en nihayetinde o kadar insan dedik...

Hiç yorum yok: