Soğuk bir kışın erkenden omuzlarımıza düşmüş bir gecesinde, evet saat daha 17:00 olmasına rağmen gecesinde, yan yana yürüyorduk. Daha 16 yaşındaydık, belki 17... Dünyanın en temiz kokan kömür kokusu duruyordu birbirine 1 cm'den iki kalp atışı daha yakın duran burunlarımız arasında. Çünkü 16 yaşında ve Aşık'san kömür bile güzel kokuyordu. Gece, kömür yakan evlerin bacalarından isle karışırken birbirine dokunmadan ama usulca sokularak yürüyorsan eğer, havadaki pembe kirli değil de şairane geliyordu.
Çünkü 16 yaşında ve Aşık'san, tıpkı 17 yaşında ve Aşık'san olduğu gibi, aldığın nefesteki karbondioksit oranına çok da takılmıyordun. Yazı yazarken satırı iki yana yaslamayacak kadar umarsızdın. Satır aralarının aynı uzaklıkta olması değil, köşedeki sarı apartmanın etrafında ne kadar uzun dolaşacağındı kafana takılan... Yıldız görmekti o isli havada istediğin... Çünkü 16 yaşında ve Aşık'san, yıldızları izlemek büyüleyiciydi... Ve tarihi çok sevmeme rağmen, Malazgirt Zaferi sadece Malazgirt Zaferi değildi.
Sarı bir apartmanın ön tarafından uzak durup arka tarafındaki ara sokaklarda etrafı kollayarak gezinmekti 16 - 17 yaşında Aşık olmak... O apartmanın arkasındaki boş araziye gelince etrafta Toyota Corolla aramaktı, olmadığını görünce içten içe sevinmekti. Ara sokaklarda montun altından el ele tutuşunca kalbinin deli gibi atması kadar saf olmaktı. Evin kapısına kadar birlikte yürümek, içeri girinceye kadar arkadan seyretmekti. Birkaç kere arkanı dönünce bıyıklı bir adamla karşı karşıya kalıp dilin tutulmak ve iyi akşamlar yerine heyecanlanıp iyi günler demekti. İlk şiirini yazmaktı. Kıskanmanın ne demek olduğunu gözlerinden ateşler saçarak öğrenmekti. Felsefeye merak salmaya başlamaktı. Fotoğrafları saklamaktı biraz... Yer yer kendini dünyanın en kederli insanı sanmaktı. Hediye almak değil de ellerinle hediye yapmaktı. Biraz da babanın 3 kuruş parası ya var ya yokken eve 300 TL (Yazıyla: üç yüz Türk Lirası) telefon faturası getirince babandan bir araba azar yedikten sonra babana rakı sofrası kurdurup "çok seviyorum" diye ağlamaktı. Ağlarken aynaya baktığında kahverengi gözlerinde kendine değil başkasına bakmaktı.
Çünkü gece inen is ve içine çektiğin kömür kokusu o pembemsi karanlıkta tertemizdi.
Soğuk bir kışın erkenden omuzlarımıza düşmüş bir gecesinde, evet saat daha 17:00 olmasına rağmen gecesinde, yan yana yürüyorduk. Daha 16 yaşındaydık, belki 17... Küçüktük. Bir yandan fedakar, bir yandan bencil, bir yandan sakin, bir yandan maceracı, bir yandan aptal, bir yandan da... Bir yandan da işte...
En çok da inattık. Çünkü 16 veya 17 yaşında Aşık'ken 18 yaşında kalbin karşılıklı kırıksa inat olmak zorundalığın bir yana tabiatımız da kendinden inattı. Başkalarını bilmem ama 16 yaşında Aşık'ken 17 yaşında kalbi kırılan bir ben, 18 yaşımda öfkeliydim de... O inatla 10 yıl yürüdük.
17 yaşını hem Aşık hem de kalbi kırık geçirdiği için 18 yaşını oldukça öfkeli geçiriyorsan eğer; ve bolca da inatsan 10 yıl yürüyorsun, farkında bile olmadan... Okul koridorlarında başkalarıyla yürürken gözünün ucuyla takip ettiğini kendine itiraf edemeyecek kadar inatla... Doğduğun şehrin sokaklarına her geldiğinde, yıllar sonra dahi, her sokakta istemsizce gözlerinle etrafı tararken esas neyi aradığını bilecek ama asla söylemeyecek kadar inatla... Sosyal medya hesaplarını ara ara kontrol ederken nasıl olduğunu it gibi merak ettiğin için baktığını, iyi olması için baktığını dile getirmeyecek kadar inatla. Minik kardeşini bir fotoğraftan görüp, ne kadar büyüdüğüne bakınca kendi kardeşine bakar gibi baktığını yutacağın kadar bir inatla.
Neden inat ettiğini dahi kendine sormayacak bir 18 yaş inadıyla...
Aşkın yerini 10 yıl önce her şeyi parçalayarak alan öfkenin 10 yıl içinde yavaşça geçip yerini onca yaşanmışlık, onca ilk heyecan, onca gülümseme, onca naif jestlerin getirdiği dostça bir histen doğan sevgiden neden olduğunu kendinle tartışmadan kaçarken, rafların arasından eline gelen bir kitabı göğsüne bastırırsın... Ve 10 yıl sonra hala kırmaz sevgisi göğsüne bastırırken. Kafanı kaldırıp yıldızlara bakarsın... Büyüleyiciliğinden ziyade çocukluğunu görürsün, çok derin bir sevgiyle izlersin. İşte o an için bir parça sızlar. Çünkü 18 yaşında öfkeliysen eğer, bir de inatsan üzerine, 10 yıl sonra içini sızlatacak şekilde o öfkeden geriye sadece bir kitap kaldığını gördüğünde göğsünde oluşan ağırlık kırıyor, insan kendi kendini kırıyor. Ama sanırım 10 yıl sonra şimdi, 10 yıl önceye böyle bakabilmek için 18 yaşında biraz aptal olmak gerekiyor.
Şimdi uzaktan her yıldıza baktığında gülümseyebilmek için 16 yaşında Aşık, 17 yaşında kalbi birkaç parçadan oluşan bir Aşık, 18 yaşında kızgın ve sonrasında inat olmak gerekiyor.
Sanırım tam da o zaman, hoparlörden Lou Doillon - ICU çalarken insanın ruhunu okşayarak, sırf sözleri için tekrar tekrar çalarken hem de, normalde hiç bakmadığın bir yere bakmak istiyorsun.
Funny to see you after all these years,
I miss you the same;
So I drag myself to the corner cafe.
And for a second, I see you there.
Like in good old days...
And I wonder what you are doing
What are you up these days?
I sometimes wish you could call me
But then I wouldn't know what to say.
And I see you,
in every cab that goes by, in the strangers,
at every cross road, in every bar...
Baktığım yerden sen geliyorsun. Soğuk bir kışın erkenden omuzlarımıza düşmüş bir gecesinden, evet saat daha 17:00 olmasına rağmen gecesinden yürüyerek, dün gibi geliyorsun. Elinde çocukluğumun, ortak çocukluğumuzun bir parçasıyla gülümseyerek...
Beraber bir duble rakı bile içmeden, daha da önemlisi yan yana oturup elimizde 10 yıl önceki bir gece vakti kadar koyu kahvelerin yanında bir sigara yakmadan geçmiş 10 yıla rağmen gülümseyerek... 10 yılın artık geçtiğini kendime itiraf edemediğim öfkesini, inadını, kırgınlığını, her şeyini... Yine kendi inadınla, yırtıp bir zeytin dalı gibi geliyorsun.
10 yıl öncesi kadar iyi tanıyoruz birbirimizi, 10 yıl öncesi gibi laflarımızı tartmadan, sanki o 10 yıl geçmemiş gibi ama o geçen 10 yılın olgunluğuyla, birbirimizle konuşuyoruz. Çok tanıdık bir his seninle konuşmak... Dün gibi bir his... Bizden yürüyerek 3 dakika uzaklıkta olmasına rağmen ancak 1 saat 33 dakikada seni kapısına bırakabildiğim köşedeki sarı apartmandan içeri girmeni izlemek gibi...İlk sigaranı yanımda içmen gibi...
Sigaraya başlamak her zaman yalnızca bir nefes çekmek değildir biliyorsun; bazen bir şimdiki zamanı henüz geçmiş olmadığı anda göğsünün içine, akciğerlerinin arkasında sola doğru saklamaktır.
Ve 10 yıl sonra sadece senin anlayacağın yazılar okuyabilmektir...
Bazı insanlar dönüşüyor ama iyi ki hiç değişmiyorlar. Lise sırlarının üzerine kazınan yazılar gibi... Sıralar değişiyor belki ama yazıların o sınıfta sıraya kazındığı gerçeği değişmiyor.
Gece eskisi kadar tertemiz kömür kokmuyor belki ama en azından yıldızlar hala arada bir gözüküyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder