3.08.2009

aşk

çok şeyler yaşadın değil mi? üzerinden tonlarca ağırlıkta yük taşıyan kamyonlar geçti, kâğıt gibi ezilip yerle yeksan olmuş gibi hissettin. hiçbir zaman o çocukça huzur taşıyan uykuya yatamayacağını düşündün. hayatının sana yamuk yaptığı geldi aklına. eğer bir futbol maçı olsaydı bu yaşadıkların, tabelada tarihi bir hezimet yazacaktı. eğer bir kağıda yazabilseydin bu paramparça sevdanı, üstünde mutlaka gözyaşları olacaktı. akacaktı annene ağlaya ağlaya aldırdığın ve sadece üç defa kullanmaya tenezzül ettiğin dolmakalem. işin en acısı da kimse okuyamayacaktı; belki kimse anlayamayacaktı senin nelerden geçtiğini…

saat üçü biraz geçiyordu ve aklın yine olmaması gereken ama engelleyemediğin şekilde hep gittiği yerdeydi. masanın sağında, kaleminin birkaç santimetre yanında duran bardak boş değildi her zamanki gibi. eski bir radyo vardı yanında ve eskiliğinin gururuyla; eskiliğinin olanca hüznüyle tam kendisine yakışan bir parça çalmaktaydı. huzur sana en azından birkaç sene uzaktaydı. zaten sende yeni bir şey yoktu. kalbinin delinecek gibi olduğunu hissettiğin onca geceden sadece bir başkasıydı.

mevsim neydi hatırlıyor musun? belki şubat, belki de mayıs ayıydı ama mevsim hep aynıydı sana; bahar… dört mevsimden biri değildi ancak bu, hani sana sorsalar acı mevsimi derdin hep her zaman olduğu gibi yine bu sefer de aksine. canını acıtmıştı bir şeyler ve sen kimseye tam olarak anlatamadın bazı şeyleri. belki anason kokarken söylemek istemiştin ancak sancıyan kalbin siper olmuştu dudaklarına. çünkü acı ve sevda, her şeyin tersine bölüştükçe büyüyen şeylerdi. kimse derdini söylediğinde derman olamadı, yapabildikleri tek şey sana usulca acımaları oldu. ve bunca şeyi senin o kör olmuş aklın anlayamadı; onun yerine delinmiş, kan kan olmuş bir avuç büyüklüğündeki yüreğin anladı.

artık anlatma zamanı geldi biraz metafizik, biraz da dumanlı hikayeni. dedim ya mevsim hep aynı bu hikayede, mevsim hep bahar; hani o sevdalanılan mevsim. aylardan şubat’tı onu gördüğünde. belki hiç bilmeseydin o oyunu, hiç ağlamayacaktın sevdadan. yanında otururken gördün onu, tanıştın ve yandın sen.

yazmaya başladın kendince. şiirlerinin öznesi sabitti, hissettiklerinse değişken. değişmeyen ve gerçekten inandığın tek şey vardı, o da kuru kuru üç harf, aşk. üst üste koydun bütün yaşanmamış sevgilerini. olabildiğince ve gerçekten sevdin sen. bu yüzdendir ki acılarının en büyüğünü hissediyorsun. üstünden yıllar geçmiş olsa bile her çakırkeyif anında başka yerlere gidiyorsun. zor çocuk zor, anlatması seni anlamaktan daha zor. kaleminin güçlü olduğunu düşünüyorsun ya, çok yanılıyorsun.

yine gittin uzaklara; görüyorum. selvi boylum al yazmalım’daki ilyas gibi bakakalmıştın asya’nın arkasından. cahit berkay dinlerken sol yanının acıması bu yüzden belki de. belki de o melodi sende o hiç geçmeyen mevsime sebep olan. uzun soluklu bir macera seninkisi. ne zaman biter, ne zaman durulur bilmiyorsun ve açıkçası bilmek de istemiyorsun.

kırılmış bir kalbin, umutsuz bir yaşama karşı hissedebileceklerini tahmin etmek çok da zor değildir çünkü insanoğlu yazmayı icat etmiştir. sen de yazıyorsun işte hissettiklerini usul usul. her sevda özgündür aslında ama mutlaka bir yanından yakalar rutin hikayeyi. bu yüzdendir ki herkes gibi sen de bazı şarkılarda ağlıyorsun. öyle bir şarkı çıkıyor ki karşına, “işte bu benim yaşadıklarım” diyebiliyorsun. bir farkımız yok aslında çocuk; sen, ben, yâr, sevda hepimiz aynı şeyleriz. öyle ya da böyle yıkılmışız, mitralyöz ateşiyle patlatmışız yüreği.

düşünsene; anlatamadığını, açıklamaya korktuğunu ve bir şekilde kimseyi onun kadar sevemediğini anladığında ne kadar yalnız ve gülümsemez olduğunu. aşk iyi bir şey olsaydı, böyle mi olurdu? olanca hızıyla çarparken yüreğin, mutluluk hormonları değil miydi kanında dolanan?

sonuç: dertlerin en büyüğü gelmiş başına sevdandan. görmüşsün bir arada harfleri aynı rüyada. unutamamışsın hiçbir şeyi. denedikçe yanılmışsın, yanıldıkça denemişsin. şimdi sen kimsin? ne kadar da mütebessimsin? tanıyordum seni çocuk, şimdi ise hiç alışılmadık şekildesin…

Hiç yorum yok: