Unutulmuş, unutulduğu zannedilmiş nice aşkların ardından yazmak gerekir kimi zaman. Çünkü yazmanın ateşleyicisi, tetikleyicisi olur böyle garip duygular insanda. Nesnellik uçar gider, somut ve yoğun bir kalp ağrısı kalır zamanla. Boş bakışlar, boş laflar ve maalesef bomboş şiirler kalır kimsesiz bir çocuk gibi ortada.
Aşk hakkında yazılmış milyonlarca söz, şiir, hikâye, laf varken üstüne yazmaya çalışmak ise ayrı bir maceradır; kimine göre aptallıktır. Oysaki yazdıkça açılan kalp kapakçıkları, yazdıkça heyecanlanabilen bünyeler hala etkinken bir şeyler karalayabilmek büyük bir erdemdir. İşte yazmanın ve hissetmenin yüceliğinin yegâne sebebi bu yüzdendir.
Uzun yazmak, uzunca anlatmak, ağdalı cümleler kurmak marifet değildir. Marifet; hissettiğini en basit biçimde, en açık şekilde okuyana anlatabilmektir. Okuyanın anlayamadığı duyguyu okuyucudan beklemek düpedüz salaklıktır. Bir şeyler anlatabilmek için ne âlim, ne ermiş olmak gerekir.
Peki, bir şeyleri bildiğini zannedip sadece mutsuz olmanın sebebi nedir? Hala silmekten beter edip resmen kazınan o saçma sapan, hakkından fazla değer verilen insanların olduğu geçmişi hatırlamaya çalışmak nedir? Bu soruların tek bir cevabı vardır, o da sarhoşluktur. Sarhoşluğun bedene, akla ve kalbe olan etkisinin çözümü yoktur. Kendi içinde sorun olan bir cevap ise tam olarak sarhoşluğun bünyeden beklentisidir.
Kırk yılın başında düz yazı yazmaya çalışıp; her şeyi çözmüş, her cehennemden çıkmış olduğu zannedilen bu zatın zaafı olan aşk duygusunun niceliğinden geriye kalan nedir?
Cevabı basittir, gereksiz uzunlukta ve karmaşıklıkta olan sondan bir önceki paragraf.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder